Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

Bir Eğitimci Olarak Nasreddin Hoca

       
   BİR EĞİTİMCİ OLARAK ÂKİF

İÇİNDEKİLER

BİR EĞİTİMCİ OLARAK ÂKİF

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM

ÂKİF’E GÖRE TOPLUMUN PROBLEMLERİ

A. Cehalet ve Tembellik

B.Tefrika

C. Azmi Bırakıp Durgunluğa Düşmek

D. Ahlâk Bozukluğu

E. Yetişmiş İnsan Sıkıntısı

F. Eğitimde Bozukluk

G. Kopuk Bir Toplum

H. Toplum Ferdlerinin Aynı Duyguları Paylaşmaması

I. Kalkınma Hamlelerinin Durması

j. İctimâî Terbiye Bozukluğu

İKİNCİ BÖLÜM

ÇÖZÜM: HALKI EĞİTMEK

A. Cehâleti Yenecek Bir Maarif Sistemi Kurmak

B. İlim ve Çalışma Sevgisi Aşılamak

C. İlk Öğretimin Önemi

D. Kitap Yazma Metodu

E. Mükemmel Öğretmen Yetiştirmek

1. Önce Îmanlı Olmalı

2. Edebli Olmalı

3. Liyâkatli Olmalı

4. Vicdanlı Olmalı108

F. Kalplere Allah Korkusu Yerleştirmek

G. İnsanlarda Acıma Duygusunu Geliştirmek

H. Tedbirli ve Uyanık Olmaya Teşvik

I. Halkı Eğitirken Kullandığı Metodlar

1. Düşünmeye ve İbret Almaya Teşvik

2. Çalışmaya ve Ümitli Olmaya Teşvik

3. Birlik ve Beraberliğe Teşvik

SONUÇ

BİR EĞİTİMCİ OLARAK ÂKİF

ÖNSÖZ

Bu mütevazî çalışmada, İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un eğitimci yönünü, yani toplumu eğitme konusundaki fikirlerini ortaya koymaya çalıştık.

İnceleme esnasında, – metod olarak – Âkif’in kendi eserlerini birinci derecede kaynak kabul ettik.

Âkif iyi bir gözlemcidir. Bu sebepten O’nun fikirleri hep taze kalacaktır.

Milletin eğitilmesi konusunda gerçekçidir. Hem derdi teşhis etmiş, hem de dermanı söylemeye çalışmıştır.

Âkif, kendi toplumuyla birlikte, Doğu’yu ve Batı’yı da iyitanımaktadır.

Âkif’in eğitimciliği, sadece dershanelerle kayıtlı değildir. O, hayatın her sahnesinde halka, gençliğe, ilim adamlarına, ülke aydınlarına ve yöneticilere uyarıda bulunmuştur.

O, milletin kendisine ihtiyaç duyduğu her safhada vardır. O’nun için para, sıkıntı, şan, şöhret hiç önemli değildir. Lüks hayat yaşayabilecek imkânlar elde etmesine rağmen, yine sade bir hayat tarzını tercih etmiştir.

Âkif’in dikkat çeken yönlerinden birisi de, ortaya bir sürü çözüm getirip, tercih sıkıntısı yaratmayışıdır. O milletini iyi tanıdığı için, daima uygun çıkış yolları göstermiştir.

Âkif’de, ideal eğitimcide bulunması gereken – geniş bilgi, zekâ, sıhhat, objektiflik, güvenilirlik, doğruluk, mantıklı ve güzel konuşma, tevazu, öğretim metodları bilgisi gibi – pek çok özellikler vardır.

Âkif’in fikirleri yerlidir. Diğer taraftan bu fikirlerden hayat fışkırmaktadır. Çünkü en çok kullandığı kelimeler, çalışma, azim, ümit, birlik ve beraberliktir. Bunlar da iddiamızı doğrulamaya yetmektedir.

İnsanımız Âkif’in bu yönünü tanıdıkça, hayata güvenle bakmayı, zorlukların üstesinden gelmeyi ve hiç bir zaman ümit kesmemeyi öğrenecektir. Ve bir şeyi daha öğrenecektir: Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!…

BİR EĞİTİMCİ OLARAK ÂKİF

GİRİŞ

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılında istanbul’dadoğdu. Babası Fatih medresesi müderrislerinden ( bugünkü adıyla profesör öğretim üyesi) Tahir Efendi’dir. Annesi Buhara asıllı bir ailenin kızı olan Emine ?erife Hanım’dır.

İlk tahsiline dört yaşında Emir Buhara Mektebi’nde başlar. Sonra Fatih Merkez Rüşdiyesi ile Mekteb-i Mülkiye’nin idâdî (lise) kısmını bitirir. Bu mektebin yüksek kısmına geçtiği zaman babası ölür. Diğer taraftan evleri de yanar. Bu yüzden yatılı olan Halkalı Baytar Mektebi’ne girer. Düzenli bir öğrenimden sonra okulu birinci olarak bitirir. Tahsil esnasında özel derslerle Arapça, Farsça ve Fransızca’yı mükemmel bir şekilde öğrenir.

Okulu bitirdigi 1893’ten 1913’e kadar veteriner olarak üç dört yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da çeşitli memuriyetlerde bulunur, ayrıca, mezun olduğu Halkalı Ziraat Mektebi ile Dârülfünûn (Üniversite) da edebiyat hocalığı yapar.

1893’de İsmet Hanım’la evlenir.

Âkif 1908’den sonra yayın hayatına girer. Fikir ve edebiyat çalışmaları da bu tarihten sonra yoğunluk kazanır. Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstakîm dergisinin başyazarıdır. ?iirlerini de yine bu dergide yayınlamaktadır. Bu dergi, sekizinci ciltten sonra “ Sebîlürreşâd “ olarak devam eder.

Âkif, Balkan Savaşı sonlarında kurulan Müdafaa-i Milliye HeyetiNeşriyat ?ubesi üyeliğine seçilir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Müslüman esirleri görmek için Alman Hükümeti’nin daveti üzerine“Teşkilât-ı Mahsusa” tarafından Berlin’e gönderilir. Bu seyahatıyla, daha önceden nazarî olarak bildiği Avrupa’yı yakından tanıma fırsatı bulur. Daha sonra da, Osmanlı Devleti’nin en ücra köşelerini tanıyarak gözlem ve incelemeler yapar.

Âkif, eşine az rastlanan ender şahsiyetlerden birisidir. O, İstiklâlMarşımız’ın ölümsüz şairi, milletimizin çilekeş mütefekkiridir.

Büyük insanlar kolay yetişmezler. Onların yetişmesinde, şahsî kabiliyet ve gayretlerin önemi olduğu kadar, içinde bulundukları ortamların da büyük rolü vardır.

Bu açıdan bakıldığında Âkif, bunalımlı ve sıkıntılı dönemin insanıdır. Bu gibi dönemler, milletilerin kimliklerini aradıkları ve yeniden kendilerini sorguladıkları dönemlerdir.

Böyle dönmelerde – elemek suretiyle toprağın içindeki altınların açığa çıkması gibi – milletlerin özleri ve cevherleri de ortaya çıkar.

Âkif, işte bu cevherlerden birisidir. Bir ara unutturulmaya çalışılsa da, zaman geçtikçe O, belki daha iyi anlaşılacaktır.

Âkif, bayraklaşmış ve sembolleşmiş bir insandır. Bu açıdan bakıldığında, O’nun dipdiri yaşadığı açıkça görülmektedir.

Acaba yaşayan Âkif, şair Âkif midir? Daha doğrusu biz O’nu bir şair olarak mı değerlendiriyoruz?

Hayır!… Unutulmayan, unutulmayacak olan Âkif, idealist Âkif, inançlı Âkif, ümitli Âkif ve bunların hepsinin üstünde “Eğitimci Âkif” tir.

Bu vatan ve milletin dertleriyle, Âkif kadar yakından ilgilenen, problemlerini teşhis edip isabetli çözüm yolları teklif eden bir rehber göstermek zordur. “Safahat” adlı ölmez eseri, bu iddiamızı doğrulamaktadır. Çünkü bu eserde, şahsî dert ve duygulardan çok, memleket ve millet meselesi ele alınmıştır.

Âkif, her vesileyle karanlık gönüllere ışık tuturak, karamsar ruhları ümitlendirerek, âdetâ bir diriliş hareketi başlatmıştır. Bu yolla yeni birheyacan ve kuvvet aşılayarak halkı irşâd etmeye çalışmıştır.

Âkif, toplumdaki çözülme ve geriliği meydana getiren sebepler üzerinde bir ömür boyu kafa yormuş, bunları ıstırapla dile getirmiş, tedbirler ve çareler üretmiştir. Bu yönüyla O, gerçekten bir eğitimfilozufudur.

Hangi yönününü ele alırsak alalım, Âkif karşımıza, hep eğitimci olarak çıkacaktır.

Eğitimciliğin en zor yanı, insanı ve toplumu tanıma problemidir.Derd bulunursa, derman da bulunur.1

Âkif’in teşhislerinin ne derece isabetli olduğu, zaman geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır. Zaman pek çok konuda O’nu haklı çıkarmıştIr. Kendi ifadesiyle, meselelere fildişi kuleden bakmamış, her ne demişse görüp de söylemiştir.2

BİRİNCİ BÖLÜM

ÂKİF’E GÖRE TOPLUMUN PROBLEMLERİ

A. Cehalet ve Tembellik

Âkif’e göre, geri kalışımızın baş sebebi, ilimsizlik ve cehalettir. Onun için hayatı boyunca, bu iki düşmanla mücadele etmiştir.3

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık millet uyanmalıdır. Silkinip çevresindeki zulmetleri yakıp yıkmanın zamanı gelmiştir. Gökler, yerler ve dünya milletleri uyanıkken uyumak maskaralıktır.

Millet, şimdiye kadar başımıza gelen bunca felâketlerden mutlaka ders almalıdır. Beşeriyet topyekûn istikbâle koşarken geride kalmak, coşkuyla akan bir çağlayana, yüzerek tırmanmak gibidir.

Bu zillete düşüşün tek sebebi, cehalettir. Bu yüzden milletin namus ve dini de tehlikeye düşmüştür.

Cehalet, milletin ve İslâm’ın üzerine kap kara bir kâbus gibi çökmüştür. İşte gerçek düşman budur. Önce onu öldürmek gerekir.Çünkü, diğer düşmanların bize galip gelmesinin sebebi de odur. Bu derde mutlaka bir çare bulunmalıdır.

Bu konuda milleti şöyle uyarır:

“Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!

İslâm’ı da “batsın” diye tutmuş yediyorsun!

Allah’tan utan: bari bırak dini elinden…

Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lâkin ne demek bizleri Allah ile ıskât?

Allah’tan utanmak da olur ilim ile… Heyhât!4

Âkif, bilgi konusunda seçicidir. Rast gele okul açmak ve öğretim yapmak problemi çözmez. Okutulacak ilimlerin, mutlaka günün problemlerine çözüm getirmesi gerekir. Kesinlikle, devri geçmiş ve demode olmuş bilgilerle zihinler doldurulmamalıdır.

Bazı eğitim kurumları, geçmişte iyi hizmetler vermiş, bir çok ilim adamları yetiştirmiş, çevresine ilim ve irfân dağıtmış olabilir. Fakat yerinde sayıp kendisini yenilememişse, fayda yerine zarar verir. Böyle durumlarda eski başarılar, yeni başarıların önünde en büyük engel oluştururlar. Bu, ferd ve toplum plânında da böyledir.

Âkif, bir zamanlar, (özellikle de onbeşinci yüz yılda) büyük bir ilim ve irfan ocağı olan Buhara medreselerine, bir örnek oluşturması açısından dikkat çeker ve şöyle bir eleştiri getirir:

“O Buhârâ! O mübarek, o muazzam toprak!

Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak!

İbn-i Sînâ’ları yüzlerce doğurmuş iklim,

Tek çocuk vermiyor âğuşuna ilmin, ne akîm.

O rasad-dâne-i dünya, o Semerkand bile;

Öyle dalmış ki hurafâta o mâzisiyle:

Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın! diyerek,

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün…

Okunandan ne haber? On para etmez fenler,

Ne bu dünyada soran var ne de ukbâdageçer.”…………………………. 5

Âkif, “yetişmiş insan” meselesi üzerinde çok durur. Devrinde, müspet (deneysel) ilimler sahasında, ilim adamı denilebilecek, kaydedeğer tek insan bile yoktur. Bunun sebebi ise, taklitçilik, araştırmayı bırakma ve sıkıntıya katlanamayıştır.

Zavallı milletin idrâki karma kırışıktır. Dolayısıyla ilim çevrelerine giren de yoktur.Sanayinin adı bile bilinmemektedir. Ticaretin hali ise perişandır… Ziraat yine Adem Peygamber usûlüdür… Teknik bilgi sahipleri sıkıntısız, âlimlerse üzüntüsüzdür!…

Âkif, “iş bölümü”nün önemini her vesileyle dile getirir. Herkesin her işe burnunu sokmasının, ne derece sakıncalar doğurduğunu iyi bilir. İşin mutlaka ehline verilmesi, temel bir felsefe olmalıdır. Her işten anladığını sanan ehliyetsiz insanları, “bukalemun karakterli züppeler” olarak tasvir eder ve milletin bu yüzden maskara olduğu hükmünü verir.

Çile çekmeyen, araştırmayan, düşünmeyen, kafa yormayan, yalancı pehlivan edâsıyla ortalıkta dolaşan kafalar için de, haklı bir tespiti yapar:

“Hayatı anlamıyor… Çünkü görmüyor, okuyor;

Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor.6

Maarifin millete faydalı olması için, tüketici değil; üretici, yaratıcı ve düşünen kafalar yetiştirmesi gerekir.

Âkif, kafası çalışmayan, bir çok düşüncesiz insanların yenileşme felsefelerini sakat bulur. O, yenileşmeyi, geçmişe ait müesseseleri ve değerleri yakıp yıkmak şeklinde anlamaz. Bu gibi güdümlü düşüncelerin ülkeyi parçaladığını söyler. Ayni zamanda bunları “Çılgın ve ahmak” olarak nitelendirir:

“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çulpa herifler de emin ol becerir.

Hele sen gösteriver işte budur kubbe diye,

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.

Ama gel kaldıralım dedin mi? Heyhât o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden bir de Sinan.7

Cehaletin bir başka görüntüsü de din adına hurâfe uydurmaktır. Üfürükçülük, mezarlardan yardım beklemek, tevekkülü tembellik telakki etmek, dini maskaraya çevirmektir.8

Âkif, milletin hayrı için düşünülen her şeye “bidat” diyerek karşı çıkan; buna rağmen dini bozan, rezil eden şeylere de “sünnet“ gözüyle bakan hocaları, Allah’tan da Peygamber’den de utanmayan kişiler olarak tasvir eder.9

Âkif, tevekkül ve kadere yanlış mana verildiğini, Kur’an’ın, manası düşünülmeden okunduğunu belirtir.10 “Ölümlü dünya” diyerek,çalışmaktan korkan kötü zihniyetli kimselerin, hayat mücadelesinden kaçtıklarını üzülerek dile getirir.11

Cehalet sadece halk kesiminde değildir. Bir takım medreseler ve ilim irfân merkezleri de aynı şekilde hurâfelere kapı aralamaktadır.12

B.Tefrika

Tefrika, yani milletin içindeki ayrılık düşüncesi, en büyük tehlikedir.

Tefrika toplumları, milletleri yıkan tabiî bir kanundur. Sen, ben diyerek birliğin bozulması, milletlerin kıyametidir.

“Nedir bu tefrika yahu! Utanmıyor musunuz?

Geçen fecayie hâlâ inanmıyor musunuz?

Gömülmek istemeyenler boyunca hüsrana;

Nifakı gömmeli artık mezar-ı nisyana.”13

Milletler, topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyârelerle yıkılmaz. Milletler ancak, aralarındaki râbıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek kaygusunadüştüğü zaman yıkılır.

“Birbirinize de girmeyin ki, ma’neviyatınız sarsılmasın, devletiniz gitmesin.” 14 âyetini açıklarken, hürriyetlerin kötü maksatlar için kullanılışını, parti taraftarlığının tefrikaya dönüşmesini, ırkçılığın yıkıcılığını, başından bir sürü musîbet geçmesine rağmen şark’ın halâ uyanıp da birlik meydana getiremediğini, bir bir anlatır… Bütün bunların sebebi, post kavgasıdır. Halbuki Batı, çeşitli dil, din, mezhep, felsefe ve ahlâkî telakki farklılığına rağmen, birlik ve beraberlik içindedirler. Ve şöyle noktalar:

“Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?

Elverdi gidenler; acıyın eldeki yurda!”15

C. Azmi Bırakıp Durgunluğa Düşmek

Bugün Batı, yere hükmetmekle yetinmiyor, havalara da hükmediyorsa, bunun tek sırrı çalışmak ve gayret etmektir. Fakat,

“Dönün de âtıl olan şarkı seyredin; ne geri!

Yakında kalmayacak yeryüzünde belki eseri!”16

Milletlerin hayatında duraklamanın yeri yoktur. Bu illetin hakkından gelinmezse, esaret ve zillete düşmek an meselesidir. Âkif bu konuya bütün samimiyeti ile dikkat çeker:

“Ey koca şark, ey ebedî meskenet!

Sen de kımıldanmağa bir niyet et.

Korkuyorum Garbın elinde yarın,

Kalmayacak çekmediğin melânet.17

Zaman Âkif’i haklı çıkarmıştır. O, çalışmadan yaşamanın ve hür düşünmenin mümkün olmayacağını çok iyi biliyordu. Onun için de gelecek tehlikeye karşı tetikte olunmasını ister:

“Bir parça kımıldan diyorum, mahvolacaksın;

Dünya koşuyorken, yolun üstünde yatılmaz.

Davranmayacak kimse bu meydana atılmaz.”18

Âkif, bilgisiz, belgesiz ve ilgisiz insanların, “yapıyorum” derken yapacağı tahribatın çok elîm sonuçlar doğuracağını bilmektedir. Kalkınacağız, ilerleyeceğiz, medenîleşeceğiz diyerek milletini, tarihini, kültürünü, uğrunda mücadele ettiği değerleri de yıkmaya çalışan güdümlü kafalara, geçmişe hücum etmenin, kalkınma ile ilgisi olmadığını açıkça söyler ve “Mazisi yıkık milletin âtisi olur mu?” diyerek uyarıdabulunur.19

Âkif, ümitsizliğin ne büyük bir bataklık olduğunu, düşenin boğulmaktan kurtulamayacağını hatırlatır. Çünkü “ümitsizlik”, yüzü gülmeyen korkulu bir cânidir. Azmi elden bırakmadan çalışmak suretiyle, zincirler kırılabilir. Hele de “İş bitti… Sebatın sonu yoktur! Ölümlü dünya değil mi, niçin yorulmalı?” dememek gerekir.20

Bir zamanlar herkese yardım eden, ağabeylik yapan, avuç açmayı zül addeden bir millettik. Nitekim,

“Donanma, ordu yürürken muzafferen ileri,

Üzengi öpmeğe hasretti Garb’ın elçileri! ” 21

?imdi ise, her şey teresine dönmüştür:

O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,

Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:

Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu.

Talep nasılsa, tabiî, netice öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?

“Çalış!” dedikçe şerîat, çalışmadın, durdun,

Onun hesabına bir çok hurafe uydurdun!

Sonunda bir de tevekkül sokuşturdun araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya! 22

Kurtuluş, geleceğe ümitle bakmak, sebeplere sarılmak ve yoldan geri kalmamakla mümkündür. Bunun için de millet şikayeti bırakıp bir an önce harekete geçmeli. Zaman, feryâd değil, silkinip kendine gelme zamanıdır. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Onun için de şu gerçeği çok iyi bilmek gerekir:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak!

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle:

Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle:

Ey dipdiri meyyit, “İki el bir baş içindir.,

Davransana… Eller de senin, baş da senindir !

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?

Esbabı elinden atarak ye’se yapıştın !

Karşında ziya yoksa, sağından, ya solundan

Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan

Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk !

Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!

Herkes gibi dünyada henüz hakk-ı hayatın

Varken, hani herkes gibi azminde sebatın?

Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olanın rûhunu, vicdanını bağlar,

Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez!

En korkulu câni gibi ye’sin yüzü gülmez!

Mâdâma ki alçaklığı bir, ye’sile şirkin;

Mâdâma ki ondan daha mel’un, daha çirkin

Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-u îman,

Nevmîd olarak rahmet-i mev’ud-u Hudâdan,

Hüsrana rıza verme !… Çalış… Azmi bırakma!

Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…

Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş!

Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,

Tek kol da “yapışsam…” demiyor bir tarafından!

Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…

Uğraş ki; telâfi edecek bunca zarar var.

Feryad ile kurtulması me’mul ise haykır!

Yok, yok! hele azmindeki zincirleri bir kır!

“ İş bitti… Sebatın sonu yoktur ! ” deme, yılma !

Ey millet-i merhume, sakın ye’se kapılma! 23

Âkif, Türk Milleti’nin eskiden böyle olmadığını iyi bilmektedir. Hayreti daha çok bu yüzdendir. Onun için, geleceği karanlık görüp ümitsizliğe düşmemelidir. Mutlaka bir çıkış yolu bulması gerekir. Hele elleri böğründe şaşkın şaşkın hiç bakmamalıdır.

Âkif, tarihten ibret alınması gerektiğine inanan bir mütefekkirdir. Onun için halkı eğitirken, sık sık, ecdadın çalışkanlıklarını, sabrını dile getirir.

O’na göre ecdad, ömrünü kış uykusunda geçirmemiştir. Eğer onlar asırlarca uyusalardı, eldeki bu yurdu bulmak asla mümkün olmazdı. Buna üş kıtadaki izleri de şahittir.24

?unu da unutmamak gerekir ki, Âkif, geçmişin güzel yönlerinin alınmasını ister.25 Körü körüne bir taklidciliği asla tasvip etmez. Çünkü O, laftan çok iş üretilmesinden yanadır.26 Yine O, gözyaşı değil, ter dökülmesini ister.27

Âkif’e göre, vatan sevgisinin azlığı da milleti durgunluğa iter. Vatana mutlaka sahip çıkılmalıdır. “Battı… Batacak…” deme yerine, bir tarafından tutup kaldırmayı düşünmek gerekir.

Âkif’in burada üzerinde durduğu temel nokta bize göre şudur: Bir şeyin sevgisinin oluşması için, mutlaka o şey uğrunda fedâkârlık yapmak, bir katkıda bulunmak, bir tarafından tutup kaldırmak gerekir. Ve bu işte herkes, gücüne göre seferber edilmelidir.

İnsanlar çok defa hizmeti, yardımı ve fedâkârlığı, başkalarından bekler. Vatanın korunması konusunda da bu böyledir. Âkif, bu konunun yanlışlığına işaret eder, özellikle vatana, herkesin birlikte sahip çıkmasını ister. Bu yolla hem vatan sevgisi oluşur, hem de vatan kurtulmuş olur…

Vatan, kurtarılması gereken şeylerin başında gelir. Çünkü o olmayınca, din, dil, tarih, bayrak vb. bütün değerler de tehlikeye girer.Âkif bu gerçeği çok iyi bilmektedir. Onun için, vatanı kurtarma yolunda, hiç bir fedakarlıktan çekinilmemelidir.

D. Ahlâk Bozukluğu

Ahlâk bozukluğu, Âkif’i düşündüren en büyük dertlerden birisidir. Çünkü milletleri ayakta tutan en önemli unsur ahlâktır. Ahlâk bozulmaya yüz tuttu mu, toplumda bir çatışma ve boğuşma başlar, haklılık “kuvvet” ölçüsüne dayanır, neticede yıkım baş gösterir.

Âkif’e göre toplum, bilgiden de fazîletten de mahrumdur. İslâm’ın ise sadece adı kalmıştır. Bir “neme lâzımcılık” ve dalkavukluk her tarafı sarmıştır… şahsî menfaatler, millî menfaatlere tercih edilmektedir.“Susmak evlâdır !…” deyip herkes susmaktadır.

Irz, namus, mal, can, din, vatan ve millet tehlikededir. Yalancılık, iki yüzlülük, menfaatperestlik, hak tanımama, başını alıp gitmiştir. Adâletzincire vurulmuş, zulüm ise her tarafta kol gezmektedir. Kuvvetli her yerde haklıdır. Bir çok kimseler de bunun meddahlığını yaparak, asalakça bir hayat sürmektedir. Zayıf ise, susturulmaktadır. Âkif bu tipleri şöyle tasvir eder:

“Enseden aslan kesilmek, cepheden yaltak kedi…

Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi !…” 28

Âkif, hayatın lüzumundan fazla sevilmesinin, başkalarının haklarına tecâvüz etmek olduğunu bilir. O’na göre, hayat için, hayatı fedâ etmek gerekir.

Âkif’e göre, dünyada duygusuz olmak kadar elim bir dert yoktur. Hüsranın, helâkin, mahrumiyetin acısı da budur.

Utanma hissinin zayıflaması ise, bir kısım insanları dalkavuk ve egoist yapmıştır.

Âkif’e göre, herkes kendi sorumluluğunu yerine getirmelidir.29“Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” demenin sonu, bölünüp parçalanmaktır. Bu maskaralık devam edip gidemez. Milletçe fedakârlığa ihtiyacımız vardır.

Kurtuluşumuz için tek yol, ahlâkımızı yükseltmektir.

Âkif’e göre, bunalımı hazırlayan sebepler birden bire ortaya çıkmış değildir. Her şeyden önce bu çöküşün sebebi, dışta değil, içte aranmalıdır. Konuyu Allah’la ilişkilendirerek izah etmek ise, tamamen yanlıştır. 30

Bir millet, sahip olduğu ahlâk uyarınca ya ölür, ya da yaşar. Eğer bugün çiğneniyorsak, mutlaka bunu hak etmişizdir. Müslümanlık güzel ahlâktan ibâretken, biz ne yazık ki, halâ çıkamadığımız bir pisliğe saplanıp kalmışız… 31

E. Yetişmiş İnsan Sıkıntısı

Âkif’i üzen bir gerçek de, ülkede, yetişmiş, mükemmel insanların çok az oluşudur. Bilhassa bu gerçek, meşrutiyetle birlikte daha iyi anlaşılmıştır.32

Edipler halkı irşâd etmemektedir. Bunların bir kısmı, Batı’nın yalnız fuhşunun gönüllü simsarıdır. Eski divanlarımız ise, şarab doludur. Bir kısmı da yüzsüz ve duygusuzdur. Parayla yapamayacağı iş yoktur.33 Hepsinin yaptığı iş, fuhuş edebiyatıdır.34

Âkif’e göre hayatı anlamayan, görmeyen, düşünmeyen, milleti uyuşturan, bir sürü insan ortalıkta kol gezmektedir:

Cemaatin arasından “kalırsa el beğenir;

Ölürse yer beğenir dört adam çıkarsa, getir !..35

Âkif çeşitli vesilelerle, ülkeye, “yapan insan” lâzım olduğunu söyler. Yıkma taraflısı olan zihniyeti de eleştirir.

Bugünden ormanı göster kılağlı baltasına:

Temizleyip çıkıversin, bırakmasın yarına!

Biraz da dikmeyi öğrenseler… Adam sen de!

Düşündüğün şeye bak… Sen şu ilmi36 öğren de…37

Âkif, yüksek okulların bir türlü iyi mütehassıs (birinci sınıf insan) yetiştiremediğini de eleştirir:

Bir alay mekteb-i âlî denilen yerler var;

Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.

?u ne? Mülkiye. Bu? Tıbbiye. Bu? Bahriye. O ne?

O mu? Baytar. Bu? Ziraat.?u? Mühendishane.

Çok güzel, hiçbiri hakkında sözüm yok, yalınız,

Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!

İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,

Mutlaka âdetimizdir, koşarız, İngiliz’e.

Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;

Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.

Meselâ bütçe hesabâtını yoktur çıkaran…

Hadi maliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.

Hani tezgâhlarınız nerde? Sanayi nerde?

Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de !38

Âkif, İbni Rüşd, İbni Sîna, Gazzâlî, Seyyid ?erif Cürcanî, Razî gibi üç beş âlimin toplumda niçin bulunmadığına hayıflanır. Mevcutların en âlimi bile, belki bir mesele için on şerhe bakmak zorundadır. Yine de çıkaracakları kuru bir manâdır. Ortada tatbik edecek sayısız hâdise olmasına rağmen, bunları çözecek ileri görüşlü, ruhu temiz, fıkıh zevki tam, üç âlim bile bulunmaz koca ilmiye sınıfı arasında.39

F. Eğitimde Bozukluk

Âkif, çocukların kafalarının peri masallarıyla, umacı hikâyeleriyle doldurulmamasını ister. Asıl olan, kafaların dışını değil, içini nizama sokmaktır.

Dayakla yapılan eğitim ise, tamamen faydasızdır.

Gül değil, kıl bile bitmez sopa altında!

—Hele!

—Öyle olsaydı, şu karşındaki yalçın kelle,

Fark olunmazdı Kızanlıktaki güllüklerden ! 40

Âkif, düşünmeyen, kafa yormayan gençlikten hayır gelmeyeceğini bilir.

Gençlik çok okumalı ve hayatı anlamalıdır. Halbuki nesil hep korkutulmuş, ümitsizliğe sevkedilmiştir. Müjde ruhu öldürülmüş; yerine kap kara bir müstakbel dikilmiştir.

Gençlik sadece, “Batacaksın !” sözünü duyarak yetişmiştir. Önemli olan, batmayı değil; çıkmayı öğrenmektir. Ye’si ezbere bilen; fakat, azmi yüzünden bile okuyamayan gençlerin, gösterecekleri tek davranış korkudur. Ürkek ve korkak nesilden hayır yoktur. Onun için gençliğin ümitleri kırılmamalıdır. Her fırsatta onların azimlerini bilemekgerekir.Şimdiye kadar gençliğe hep ümitsizlik ezberletildi. Azim, gayret ve ümit ise uzaktan seyrettirildi. Eğer bu uğurda bir ışık gösterilmiş olsaydı, o karanlıkları gençlik mutlaka delerdi.

Gençliğe doğduğu günden itibaren aile ve çevresinin, istikbal için mücadele ruhu telkin etmesi, ümitsizlik ruhu aşılamaması gerekir. Bir yazısında Âkif bu düşüncelerini şöyle dile getirir:

“Niçin bu hale düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, hocalarımız, siyasîlerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbâl için ümit verecek bir şey söylemediler. Mücâhedeye sevkedecekleri yerde, rasgele adam, ruhlarımıza, kalblerimize ye’s mayası aşıladı.” 41

Bu elim manzarayı Âkif şöyle çizer:

Doğduk, “Yaşamak yok size ! ” derlerdi, beşikten;

Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten

Telkîn-i hayat etmedi asla bize bir ses;

Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı !

“Devlet batacak ! çığlığı beyninde öter de,

Millette bekâ hissi ezilmez mi ki? Nerde !

“Devlet batacak ! İşte bu öldürdü şebâbı;

Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tâbı; 42

Eğer, “ Bu devlet batacaktır !” demeseydik, asla, batmazdı. Uluyan ümitsizliği gebertip azmi uyandırsaydık, çoktan kurtulmuştuk. En azından gençlere emel mayası aşılamak gerekir. Bunun için de Allah’a dayanmak, sa’ye sarılmak, hikmete râm olmak zorundayız. Bundan başka çıkar yol aramak boşunadır. Gençler, büyüklere saygı duymalıdır. Büyüklerin hakkında riayet etmeyen, küçüklerine şefkat göstermeyen bir toplumun geleceği garanti değildir.

Ülkenin geri kalış sebeplerinden birisi de yüksek tabakanın halka üstten bakması43 ve bu yüzden aralarının açık olmasıdır. İşte vücudun, (toplumun) asıl yarası budur.44 Halbuki bir toplum, bütün ferdlerininişbirliği yaptığı zaman daha kuvvetli ve huzurlu olur. Birbirlerine ideal duygularla bağlanmayan ferdler, asla güçlü olamazlar.

Üst tabaka, Doğu’nun medeniyette yükselebilmesi için, Batı’yı takip etmekten başka çıkar yolu olmadığını savunur. Onlara göre Avru’nın yolu olmadığını savunur. Onlara göre Avrupa’nın yolu ne ise, sağa sola sapmadan o yolda yürümeli. şarkın beyni, Batı’nın bütün fikirlerini kendine mal etmeli. İctimâî, edebî, kısaca her meselede Batı taklit edilmezse, boşuna uğraşılmış olur. Bu tamasa, dini de ilerlemeye engel görmektedir.

Halk ise, bunların tamamen aksini savunur. Yenilik adına vahiy gelse kabul etmez. Baştan ayağa göreneğe saplanmıştır. aydıngeçinenlerin taşkınlıkları, halkın güveninin kaybolmasına sebep olmuştur.

Bu iki zümrenin arasının açılması, zamanla büyük nefretlere yol açmıştır.45

Bu zıtlaşma, daha sonra, inatlaşmaya kadar varır. Zamanla memlekette iki sınıf halk ortaya çıkar: Bir tarafta, “Ne varsa şark”tavardır, Garb’a açılan pencereleri kapamalıyız.” diyenler; diğer tarafta,“Ne varsa Garb’ta vardır. Aile sırlarımızı bile onlara açık bulundurmalıyız.” iddiasında bulunanlar…

Âkif’in bu iki sınıf hakkındaki hükmü şudur:

“Bana öyle geliyor ki, ‘Ne varsa şark’ta vardır.’ diyenler, yalnızGarb’ı değil, şark’ı da bilmiyorlar. Nitekim, ‘Ne varsa Garb’ta vardır.’ davasını güdenler, yalnız şark’ı değil, Garb’ı da bilmiyorlar.”46

Aslında halk, eğitildiği, öğretildiği takdirde, her türlü ilmi, irfanı alır. Çünkü bu millet, mahiyeti gerçekten yüksek, vicdanları bir nefesdecoşturacak Müslümanlık gibi bir dine sahiptir. Böyle bir toplumu irşâdabile gerek yok aslında…

Bugün galip durumda olan milletler, kabiliyetçe bizden daha üstün olamazlar. İnsan yeter ki bir toplumu adam etmeye niyet etsin, “doğru yol işte budur, gel.” diye rehberlik yapsın, o zaman ne koşanlara rastlarsın bu yolda!…47

G. Kopuk Bir Toplum

Âkif’i üzen temel konulardan birisi de, toplumun dayanışma içersinde olmaması ve ferdlerin sorumluluklarını yerine getirmemesidir.

Birinci zümreyi temsil eden halk, iyice uyuşturulmuş zavallılardır. Bıraksalar uykusuna devam edecek. Günlük karnını doyurunca, yarın onu hiç ilgilendirmez. Devlet yıkılamış, vatan batmış, üzerine vazife değil. Dunların hepsi Allah’tan!… Aslında yalancı dünyanın ne hükmü var ki?… Ölürse, Mevlâ’nın cennetinde yan gelip yatacak.

Âkif bu görüşteki ahmaklarla şöyle alay eder:

Fena kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana:

Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca sana. 48

İkinci zümreyi teşkil eden cemaat ise, hayata küskün olanlardır. Bunlar ümitsizliğe saplanıp kalmıştır. Bunlara göre “Selâmet yoluyoktur… Ne yapsalar boşuna…”49 Halbuki Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemeliydi.50

Üçüncü zümre de kılıksız züppelerdir. Bunların kadın mı erkek mi olduğu fark edilemez. İsimleri de öyle. Bununla birlikte, bu zümrenin hayret edilecek öyle metanetleri vardır ki, şaşmamak elde değildir. Bunlar, en savulmayacak ye’si tek bir birayla savarlar, üstelik sinirlerinde, bir üzüntü de yoktur. Utanmayı unutmuşlar, ar damarlarını çatlatmışlardır. Genelde bu tipler ayyaş, dolandırıcı, sefil ve ahlâksızdırlar. Vatan, millet, din, aile gibi kavramlar, hiç bir değer ifade etmez yanlarında. Mukaddesat ile eğlenmek baş işleridir. Batı’nın ilmiyerine fuhşunu, kumarını, rezâletini getiren ve savunan tiplerdir bunlar. Yine bu zümre yirminci asırda dinin gereksiz olduğunu savunur, kendihariis düşüncelerini de “medeniyet” adı altında takdim etmekten çekinmezler.

Dördüncü zümre zevk, safa ve keyf ehli olup günlerini güt etmekle geçirirler.51

H. Toplum Ferdlerinin Aynı Duyguları Paylaşmaması

Batı toplumu tarihten ders almasını iyi bilmektedir. Hatta mağlubiyetleri onları dağıtacak yerde, birleştirmektedir.52 Bizim felâketimiz asla böyle olmuyor. Maddî hezîmetlerin ardından, ansızın bir hayâl kırıklığı ortalığı kaplamaktadır. Bunun tek sebebi, “Millî vicdan”ın zayıflaması, yani millet ferdlerinin aynı duyguları paylaşmamasıdır. Dolayısıyla dıştaki düşmanlardan daha tehlikeli, içte bir sürü düşman, milletin mezarını kazmaktadır.53

I. Kalkınma Hamlelerinin Durması

Âkif, 1915’de yazdığı “Berlin Hâtıraları” isimli şiirinde, o günün Almanya’sıyla İslâm âlemini, özellikle de kendi ülkemizi karşılaştırır. Orada gördüklerini, teknik gelişmelerden tutunuz, çeşitli alanlarda verilen hizmetlere kadar, bir bir anlatır. Sonra da bizim halimizi ortaya koyar ve hayıflanır. Bazan da eleştiriler yöneltir. Örnek olması bakımından şu bir kaç mısrayı aşağıya alıyoruz:

Bizim diyara biraz kar düşünce zor kalkar.

Mahelle halkı nihayet kalırsa pek muztar,

“Lodos duasına çıkmak gerek… denir, çıkılır.

Cenab-ı Hak da lodos gönderir, fakat bıkılır:

Çamur yığınları peyda olur ki mühliktir…

“Aman don olsa…” deriz… ?üphe yok, temizliktir;

Donun kırılması varmış, düşünme artık onu;

Yağar, erir, buz olur… Neyse, yaz değil mi sonu?

Aynı durumla karşılaşan Almanya, bakalım böyle bir durumda ne yapmaktadır:

Geçende haylice kar yağdı Berlin’in içine;

Bıcık bıcık olacakken takır takırdı yine

Merak edip soruverdim, “bırakmayız” dediler!

-Bırakmayın, güzel amma, yağar durursa eğer?

“Bırakmayız!” sözü aynen tekerrür etmez mi?

Evet, bu sözde nümayân heriflerin azmi. 54

Köy ve köylünün ihmâl edilişi de Âkif’i yakından ilgilendirir. Bu konudaki görüşlerini de şöyle dile getirmektedir0

“Hem bugün köylüyü düşünmek meselesi bir hamiyyet (millî onur) meselesi değil, doğrudan doğruya hayat meselesi, menfaat meselesidir. İyi bilmeliyiz ki; asırladan beri sürekli sağmak istediğimiz o zavallılarda artık ne can kalmıştır, ne kan. Yanına sokulursanız ayakta duracak mecali olmadığını görürsünüz. ?imdiki ihmal biraz daha devam ederse,bîçâreyi yok edecektir. “55

Başta kalkınmak için taklitten vazgeçilmelidir. Batı’nın yalnız ilmi,sanaatı ve fenni alınmalıdır. Çünkü sanaatın, ilmin milliyeti olmaz. Hele bir müslüman olarak ilim, yani ihkmet, bizim yitiğimizdir.56 Ama kalkınma, mutlaka kendi millî ruhumuzun kılavuzluğunda yapılmalıdır Bu konudaki fikirlerini şöyle dile getirir:

Şark’ı baştan başa yıllarca dolaştım, gezdim;

Hem de oldukça görürdüm, kafa gezdirmezdim.!

Bu Arap’mış, bu Acem’miş, bu Tatar’mış, demedim;

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.

Küçük âdemlerinin rûhunu tetkik ettim,

Büyük âdemlerinin fikrini ta’mik ettim,

İstedim sonra, neden böyle Japon’lar yüksek?

Herin esbab-ı terakkisi? Yakından görmek,

Bu uzun boylu mesai, bu uzun boylu sefer,

Bir kanaat vereecekmiş bana dünyada meğer.

Bir kanaat da şudur: Sırr-ı terakkinizi siz,

Başka yerlerde taherriye heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;

Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.

Alınız ilmini Garb’ın alınız sa’atını.

Veriniz hem de mesainize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,

İyi hâtirda tutun ettiğim ihtarı demin:

Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için,

Kendi mahiyyet-i ruhiyye niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhudedir ümmid-i selâmet onsuz..57

Kalkınmak için şunları da göz önünde bulundurmak gerekir:

a. İşler ehline verilmelidirr. Kesinlikle balta çocuk eline geçmemelidir.

b. K alkınırken, millet kendi tarihî tecrübelirini kullanmalıdır.

c. Yenileşme, eski kökler üzerinde her bahar çiçek açan ağaç misâli olmalıdır. Kök eskidir ama, baharda çiçek de, meyve de yenidir.

j. İctimâî Terbiye Bozukluğu

Âkif, vatana ve millete samimiyetle kimin hizmet ettiğini bilir. Fakat dalkavuklar ve menfaatçiler, çalışan, didinen ve bozukluklukları gösterip ihtar edenlere, “gerici” damgasını vurmaktadırlar.58

“Milletin hakkını nasıl yersiniz? Herkes çalışırken siz nasıl yatarsınız? Batı’nın ilm zihniyeti ve tekniğini dururken, neden sefâletinialırsınız? Biraz insaf ediniz !.. “ dediniz mi, asalak tabiatlılar, yine karşınıza çıkar, sizi “gerici” diye boy hedefi yapmak ister ve bütün hınçlarıyla âleme teşhir eder.

Âkif bu dalkavukların sözüne aldırmaz. Çünkü memleketi de, milleti de, Batı’yı da, Doğu’yu da, ilmi de, irfânı da onlardan çok daha iyi bilmektedir. Ne var ki, hürriyetin iyi hazmedilmemesi, meydanı boş bulan ipsizlerin işine yaramıştır.59

Âkif, bütün bunların ictimâî tarbiye bozukluğundan ileri geldiğine inanmaktadır. Ne yapıp yapmalı, bunlara insanlık öğretilmeli… 60

Halkın mutlaka uyandırılması gerekir. Çünkü kurtuluşumuz buna bağlıdır. Halbuki hangi millete baksanız, uyanıktır… Çünkü, sabahtır…61

Âkif, ictimâî bozuklukların sebebini de cehâlete bağlar. Çünkücehâlet, insanları egoist yapar. Netecede insanlar, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünemezler. Böylece toplumda, her yönden çözülmeler başlar, yıkım baş gösterir.

İnsanlığın en önemli vasıflarından birisi de merhamettir. WBu his toplumlardan kalktığı zaman, insanlar hayvanlaşır. Yani kuveetlinin haklı olduğu bir sürü haline dönüşür.

Âkif, ihtiyarlar, kadınlar ve çocukların, özellikle merhamet görmeleri gerektiğini savunur. Ve bunu da içi parçalanarak ifade eder.62

Bir başka ictimâî terbiye bozukluğu da vakitlerin kıymetinin iyi bilinmemesi,63 tembellik yuvası kahvehanelerin, meyhanelerin çoğalması,64 kalabalıkta terbiyesizlik ve nezâketsizce davranılmasıdır.Âkif, kaba saba ve vurdumduymaz insanların toplumu rahatsız etmelerini, hiç hoş karşılamaz. Hatta, bir özür dileyerek hatalarını kapatmaya çalışan ukalâlarla şöyle alay eder:

Nasıl ki çıktı şu pardon”, eşeklik oldu mübah !

Âkif’in parmak bastığı bir yara da, ferdî olarak iyi olup, toplum olarak fena bir manzara arzediştir. O, teknikte bizi dünyalar kadar geri bırakan milletlerin ferdlerinde, bizdeki büyüklüklerin olmadığını müşahede eder. ama nasıl olup da bir araya gelince bir güç ortaya koyamıyoruz? Bunun sebebi yine ictimâî terbiyeden mahrum oluştur.65

Âkif, Batı ile kendi ülkemizi, bir çok yönlerden mukayese eder. Aslında Batı, ulaşılamayacak mesafede değildir. az bir gayretle başarabileceğimiz işleri de ihmal etmişiz. Bu da bizi mahvetmektedir. Meselâ bizde sokaklar, kardırımlar, mahalleler, oteller, taşıtların hali, içler acısıdır. Bütün bunlar, milletin şaşkın ve etrafını görmez hareketinden kaynaklanır….

İKİNCİ BÖLÜM

ÇÖZÜM: HALKI EĞİTMEK

Bütün bozukluklara rağmen, Osmanlı Türkleri, İslâm’ın son ümididir. Medenî denilen barbar dünyanın kini ve istilâsı karşısında, yurdu damukaddesâtı da koruyacak olan, yine bunlardır.

Türk Milleti’nin bu görevi yerine getirebilmesi için, her şeyden önce, yaşadığı asrın ilim asrı aldığını bilmeli. Sonra, aileden başlamak suretiyle bütün halkı eğitmek gerekir Dünya milletleri uyanıkken bizim uyumamız uygun olmaz.66

Âkif, halkı uyandırmada şu metodun izlenmesini ister:

A. Cehâleti Yenecek Bir Maarif Sistemi Kurmak

Yaşamak istiyorsak, önce maarife salılmalıyız. Dünya da maarifle, din de maarifle, ahiret de maarifle. Hepsi, her şey maarifle ayakta durur.67

Âkif’in maarif, gerçek maariftir. O, böyle bir maarifin memleketi kurtaracağına inanır. O’na göre, faydalı bir maarif, hala ülkeye girmemiştir. Halk ise hiç okumuyor. Okuyup yazanlar ise, dünyaya da ahirete de yaramayan bir sürü nazariyâtla uğraşıyor.68

B. İlim ve Çalışma Sevgisi Aşılamak

Âkif, ilmin ve çalışmanın değerini, Kur’an’ın “Hiç bilenlerlebilmeyenler bir olur mu?”69 âyetini esas alarak açıklar.

Âkif’e göre, câhille âlim asla mukayese kabul etmez. Câhil kördür. Âlim ise, kendisine doğru yolu bulduran bilgi ve yeteneklere sahiptir.70

Bu milleti cehâlet denilen yüz karasından kurtarmak gerekir. Yoksa batıp gidecektir. Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık uyanmanın zamanı gelip geçmiştir bile…

Bir baksana a: gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyanık maskaralıktır! 71

Daha önce de açıkladığımız gibi Âkif, gerçek düşman olarak cehâleti görür.

Her şey ilimledir. Allah’tan utanmak bile ilimle mümkündür.

Kur’an ve Hadis’te ilmin üstünlüğü, çeşitli vesilelerle, pek çok kere dile getirilmiştir. Nitekim Kur’an’ın ilk âyeti de “Oku” emriylebaşlamaktadır.

Âkif bu iki kaynağa (Kur’an ve Hadis’e) son derece bağlı olmasısebebiyle, görüşünü bunlara dayandırmaktadır. Yani bu konudaki değerlendirmesi, O’nun İslâmî düşüncesinden kaynaklanmaktadır.

Âkif, dünyada görülen her şeyin araştırma eseri olduğuna inanır. Bilmediklerimiz, bildiklerimizden fazladır.72

İnsanın fıtratında araştırma hırsı vardır. O halde bu fıtratı harekete geçirmek gerekir.

Mütefekkirlerin halkı hiçe sayan davranışları, halkta öğrenmeye karşı bir nefret geliştirmiştir. Bu üst tabakanın taşkınlığı, alt tabakaada, ilme karşı güvensizlik uyandırmıştır. Onun için halka, itimat telkin edip ilim sevgisi kazandırılmalıdır. Bununla birlikte, zamanı geçmiş, on para etmez, ne bu dünyada ne de âhirette işe yarayan bilgiler okutulmamalıdır.73

Diğer taraftan ilim, fazla nazariyata boğulmadan,74 günün problemini çözmeye yönelik bir şekilde ele alınmalıdır.75

İlim sevgisi için millî birlik ve beraberlik gerekir. Toplum mütefekkiriyle, çalışanıyla, işçisiyle, çiftçisiyle, öğretmeniyle, öğrencisiyle, bir bütündür. Her tabaka diğerine muhtaçtır. Onun için de, herkes kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Yani ilim sevgisi, milletin birbirini sevmesine bağlıdır. Particiliğin, gurupçuluğun, komitacılığın ve menfaat duygularının ektiği fesat tohumları çimlenecek vasat bulamadığı takdirde, birlik ve beraberlik içindeyiz demektir.

Yunus’un dediği gibi, kini düşman bilmek gerekir. Âkif de aynı konuyu vurgulayarak şu hatırlatmayı yapar:

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.76

Milletlerin hayatında duraklamanın yeri yoktur.77 Meydan, tabiî ki koşanındır.78 İstiklâl, ağlamakla değil; çalışmakla kazanılır.79

Feryâdı ve matemi bırakmak ve sabırla ümitsizliğin hakkından gelmek gerekir. Bu herkesin boynunun borcudur.

Milletler arasında dilenci mevkiine düşmek bize yakışmaz. Namerde el açmak, bizi hem hakîr hem de rezîl eder. Sonra:

Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:

Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası.80

Âkif’e göre Batı’nın kanlı kâbûsu, İslâm dünyasına musallatolmuş,bir an bile göz açtırmamaktadır. Bu yüzden müslümanların beyni de bazusu da çalışmaz hale gelmiştir.

Âkif’e, “Doğu Âlemi’ni çok gezdin, gördüklerini bir anlat.” derler. O da “şark” isimli şiirinde tespitlerini şöyle anlatır:

“Doğuda; bakımsızlıktan harap olmuş şehirler, sönüp yerle bir olmuş ocaklar, başı boş müslüman toplumlar, yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, mutsuzluktan buruşmuş yüzler, tembellikten terlemez olmuş alınlar ve işlemeyen kollar….

Yoksulluktan bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar… Bilgi ve duygudan uzak kalan düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar… Zorbalıklara, esaret ve zulümlere boyun eğmeler… Riyakârlıklar, türlü iğrenç alışkanlıklar, çeşitli hastalıkların pençesinde kıvranmalar…

Sahipsizlikten örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış kül olmuş ormanlar; ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflenmiş harmanlar… Camilerde, namaz kıldırmak için cemaat bulamayan imamlar; kirli yüzler, Allah’a secde etmeyen başlar; İslâm’ı öğrenmeden din adına“Cihâd” bayrağı açıp din kardeşleriyle savaşan zavallı dindaşlar… Issız kalmış evler, yuvalar; kimsesiz köyler, çökmüş damlar; değerlendirilmeyip boş geçen günler, sabah aydınlığının doğup doğmayacağını umursamayan geceler!… işte bütün bunları gördüm Doğu’da…”

Âkif gezilerinde bin perişan yurtlara uğrar, geçerken ağlar, dururken ağlar. Ama ne feryâdını duyan vardır, ne de ses veren!… Karşısına çıkan, sadece âhiretler ve mezarlardır.

Çekilen yüz binlerce acının iniltileri, ta derinlerden gelmektedir. Ufuklar, kızıl bir çebber gibi İslâm’ın bükük boynuna geçmiş, onu sıkmaktadır!… İslâm’ı saran zincirler, daraldıkça daralmakta, göğüslerinhırıltızsı durmadan artmaktadır. Yer yüzündeki üç yüz elli milyonmüslüman, bu şekilde bunalmış, canları gırtlağa dayanmıştır.

Âkif, gördüğü bu garip manzara karşısında dayanamayıp şu soruları sorar:

“Ey Allah’ım! Gördüğüm şu perişan âlem mi insanlığın ilk beşiği idi? Tarihin bütün uygarlıkları, bu çöllerden mi yükselmişti? Allah’ı birlemenin (tevhîdin) ilk yurdu, şu ıssız bucaklar mıydı? Allahım, bu kumlar mıydı peygamberlerin fışkırıp durduğu yer?

Ey Rabbim, dünya atmosferinde henüz bir tek îman şimşeği çakmamışken, senin dinlerin, bu göklerden mi sağnak sağnak coşarak inmişti? Hz. Âdem’in indiği yer şu sahiller midir? ?u dağlar mıdır Nuh Peygamberin gemisini oturttuğun mekân? Hz. İbrahim’e yol gösteren yıldızlar bu beldenin yıldızları mıdır?

Mekke’ler, Medine’ler, Kudüs’ler bu topraklardan mı yoğruldu?

Allahım! Bu vâdiler midir senin birliğini, yüceliğini dünyaya ünlerken, Hz. Dâvud’un sesini bastırıp onu şaşkına çeviren? Hz. Muhammed’i bağrına basan Hira dağıyla Mûsa peygamberi sırtında ağırlayan Tûr-i Sîna bu ufklakın mı birer şaheserleridir?

Batı dünyası vahşetler içinde yüzerken, Doğu’da en kutsal mekânlar; karnaklar, piramitler, Çin Setleri; Kisra Sarayları; İrem Bahçeleri; Havernaklar ve Bâbil Surları göklere yükselmiyor muydu?

Ey Allahım!.. O mazîler şimdi, bir yıkık rüyadan mı ibarettir? Senin yüce huzurundan üzgün ve perişan ayrılan ruhumuz ne yapsın? Doğu’nunuyanmasından ümidini tamamen kessin mi?

Âkif, bu sefaletten kurtarması, donmuş duyguların canlanması, çalışma azmi ve yaşama savaşı vermesi için Allah’a dua eder.81

Yalnız çalışma rasgele olmamalı; ferdî enerjiler birleştirilerek büyük güçlere dönüştürülmelidir. Aynı zamanda çalışma, bütün yurt sathına yayılmalıdır. Üç dört alından değil, bütün yurdun alnından terler akmalıdır.82

Yükselmek isteyen bir millet, bunun sırrını önce kendinde aramalıdır. Çünkü her noktada taklitle yürümek, iyi netice vermez.83 Batı’nın ise, yalnız ilmini ve sanatını almak gerekir.84

Bu çalışma esnasında, halk, kendiliğinden doğru yolu bulamayabilir. Mütefekkirler daima yol göstermelidir. rehber olurken, millî ruhtan kopan bir heyecanın sesine kulak verilmelidir. Asla başka milletler taklit etmemek gerekir.85 Ama bunu yapacak adam ister. Eğer böyle bir rehber olur da “Gel.” derse, o zaman yürüyenler değil, ne koşanlar görürsün.86

C. İlk Öğretimin Önemi

İlköğretimin bir adı da “temel eğitim”dir. Esprisinden de anlaşıldığına göre, ferde kazandırılması gereken temel bilgiler, temel eğitim basamağında verilir.

Nurettin Topçu, ilköğretimde verilmesi gereken eğitimi, özet olarak şöyle ele alır:

İlköğretim çocuğa, insan, toprak, her sahadaki sevgi ve acılarıyla tarih sevgisini vermelidir. Çünkü tarih şuurundan mahrum olarak yetiştirilen çocuk iyi vatandaş olamaz.

İlk öğretimde, maddî tabiatla birlikte, hayatın manâsı da öğretilmelidir. Onun için de, aklın kontrolünde çalışan iyi bir “gözlemeğitimi” yaptırılmalıdır.

Meselâ çocuğa “hayatın değeri”ni anlatmak için, kafasını ve gözünü, içinde yaşadığı topluma çevirmek ve düşündürmek gerekir. Bunu gerçekleştirmek için sokağa çıkarılır, hayatın değerini bilmeyen dilenciler, kahvehânenin kirli havasını teneffüs zavallılar onlara gösterilir. Arakasından da, “Bak işte bunlar, hayatın değerini bilmeyen kişilerdir.” denir. Diğer taraftan da, çocuğa, en çok zevk aldığı bir hareketinalıştırmaları yaptırılır. Arkasından da “Bunlar gibi olma!..” anlamına gelen ikazlar yapılır. Bu da çocuğun ahlâkının oluşmasına yardımcı olur.

Aynı şekilde ilk öğretimde çocuğa, yer yüzündeki en değerli varlığın insan olduğu anlatılmalıdır. Bunu iyi kavramaları için, trafik kazaları, sokakta yatan çocuklar, çeşitli kötü alışkanlıklar yüzünden hayatlarını mahvetmiş kişiler üzerinde düşündürülmelidir. Arkasından da, “İşte bu gördüklerin, insana değer vermeyen bir toplum hayatıdır.” denir.

İzzeti nefs anlatıldıktan sonra, dilenciler, rozetçiler ve her köşede pazarlık yapan satıcılar gösterilerek, “bunlar, yaradılışın sade insana bağışladığı izzeti nefsi tatmadan ölmeğe mahkûm bedbahtlardır.” denir.

Sonra da hayat gözletilerek, insana verilen değerler üzerinde düşündürülmelidir.

Hakîkat sevgisi hakkında açıklama yapıldıktan sonra, kumarla piyango ve talih hesaplarıyla yaşayanların hali uzun uzadıya anlatılır, âkıbetleri tanıtılır ve “Bunlar, hakîkaten zerre kadar hisse almasını bilmeyenlerdir.” denir. Böyle düşünen çocuk, hem eşyayı tanır hem de kendi ahlâkını oluşturur. Böylelikle çocuk, okuldaki tören ve tatsız eğlencelerin kucağından kurtarılarak hayat ve realite duygusu ile yetiştirilmiş olur….87

İşte bu sebepten Âkif, ilk öğretimin önemi üzerinde çok durur. Aslında onun hedefi, maarifi yaygınlaştırmaktır.88 O bilir ki, halk okur-yazar olursa, yapılamayacak hiç bir şey yoktur.

İyi bilinmelidir ki, donanma, ordu birer zarurî ihtiyaçtır. ?u da çok iyi bilinmelidir ki, bunları öğreten “muallim”dir. Dünyanın birçok yerinde harp eden, asıl muzaffer olan, hep muallim ordusudur.

O halde mahalle mektebi (ilkokul), mutlaka lâzımdır. Bunu tartışmaya bile gerek yoktur. Bilmeliyiz ki halk bilgiden mahrumdur. Ama verilecek bilginin zamana uygun olması gerekir. Zaman kaybetmeden, ilme ilk adım atılmalı. Bu adım da mahalle mektebidir.89

Âkif’e göre, tek başına mahalle mektepleri açmak da çözüm değildir. Onun için eğitime aileden başlamak gerekir. Çocuklarımıza önce millî terbiye verilmeli, sonra asrın müspet ilimlerini, yararlı fenlerini öğretmek gerekir. Bozuk terbiye ancak böyle düzelir.90

Kültürümüzde ilköğretimin temeli aileye dayanır. Ne yazık ki aile düzeninde, birçok aksaklıklar vardır. Meselâ sudan bahanelerle kadının dövülmesi ya da boşanması, anne baba sağken çocukların öksüz kalması, birden fazla evlenme düşüncesi, bunların sadece bir kaçıdır. İşin en kötü yanı da, bu bozukluklara sebep olan kişilerin, Kur’an’dankendilerine dayanak bulduklarını söyleyerek din istismarı91 yapmalarıdır.

Bir diğer problem de, bozuklukların düzeltilmesini isteyen kişilerin,“gerici” damgası vurularak susturulmak istenmesidir. Bütün bunların sebebi cehalettir.

Âkif, konuyla ilgili üzüntülerini şöyle dile getirir:

“Ne kadınlar, ne sefalet doğuranlar görürüz;

İşte binlerce çocuk, hem baba sağ, hem öksüz!

Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar!..

İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar

Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan;

Yoksa insanlığı bilmem nasıl anlar insan? 92

O halde, terbiye bozukluğunun giderilmesi için:

“Ne yapıp yapmalı, insanlığı öğretmeliyiz.

?u bizim halkı uyandırmadıdır varsa felah;

Hangi bir millete baksan uyanık… Çünkü sabah!..

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Bu cehålet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!

Başlasın terbiyeniz, åilelerden oğlum.

Sâde hürriyeti i‘lân ile bir şey çıkmaz;

Fikr-i hürriyeti hazm ettiriniz halka biraz.93

Âkif çocuk terbiyesinde, ümitsizliğin, – ümitsizlik aşılamanın – çok kötü neticeler verdiğini kabul eder. Hatta geriliğimizin önemli bir sebebiolarak , bu hususu kabul eder.94

Çocukları terbiye etmek, bir toplumun geleceğini inşå etmektir. Onun için çocukları kendimiz gibi yetiştirmek cinåyettir. Bu konuda Hz. Ali’nin şöyle bir uyarısı vardır:

“Ciğerpârelerinize, yalnız kendi terbiyenizi vermeye çalışmayınız… İyici hatırınızda olsun ki, onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zaman için değil; başka bir zaman için yaratılmışlardır…”95

Âkif, verilen bilgilerin seviyeye uygun olmasını ister. Bu konudaki tespitlerini şöyle açıklar:

“Malümat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik?.. Düşünüyorum da, sekiz yaşında ezberlediğim bir çok ibareleri, ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum!.. Tabiî on onbeşyaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm müsait olmayacak!..”96

D. Kitap Yazma Metodu

Âkif, çocuklar için yazılan bir çok kitapların, büyükler tarafından bile zor anlaşıldığını, öğretmenlerin ise, bunları anlatmakta güçlük çektiğini, haklı olarak dile getirir. Çocuklar hiç bir zaman, beyinlerindeki bilgileri, emanet para gibi taşımamalıdır.97 Kendimiz gibi çocuklara da yazık etmemeliyiz.98

Âkif, kitapların yazılışı konusunda da orijinal fikirler ileriye sürer. O, ilköğretim ve lise kitaplarının, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından, mutlaka yarışma ile yazdırılmasının gerektiğine inanır. Teklif ettiği yarışma oldukça ilginçtir. O’na göre, normal bir şekilde ilån edilen yarışmaya herkes katılamaz. Kendini zayıf zanneden bazı kimseler, ihtimalli olan bir yarış için aylarca, belki de senelerce çalışmayı göze alamaz. Bizim ülkede zenginler, yani geçinecek kadar parası olanlar çalışmayı ayıp sayarlar; yaşamak için her gün didinmek mecburiyetinde bulunanlar ise, kırk tarakta seksen bezi vardır ki, hiç birini bırakıp da böyle bir yarışmaya girişemezler.

O halde ne yapmak låzım?.. Eğer Millî Eğitim Bakanlığı, farzedelimki ilk okullar için “okuma kitabı” yazdırmak istiyor. Önce bir konu seçerek yarışmaya koymalı. Demeli ki: “?u konuyu yedi sekiz yaşındaki çocukların anlayacağı şekilde kim en güzel yazabilirse, ona şu kadar para karşılığında şöyle bir okuma kitabı yazdıracağız.”

Bütün kitaplar aynı metodla yazdırılmalıdır. Yani yarışmaya girmek isteyen şahıslar, küçük bir imtihan neticesinde bu işin kendilerine tevdi olunup olunamıyacağını anlayacak olurlarsa, elbette bir şans denemekten geri durmazlar. Tabiî ki, her derse ait konuları tayin etme görevi, Millî Eğitim Bakanlığı’na ait olacaktır.99

E. Mükemmel Öğretmen Yetiştirmek

Öğretmenlik mukaddes bir meslektir. Onun için öğretmenliğe,“Tanrı ve Peygamber mesleği” olarak bakılmıştır.

Demirin tavı, dövülme ånı, ağacın eğilme zamanı olduğu gibi, insanın da bedensel ve zihinsel olarak olgunlaşıp terbiyeye ve tahsile elverişli, telkîne en müsait olduğu bir çağı vardır. İşte insanın bu çağı, öğretmene emanet ettiğimiz çağdır. Onun için, çeşitli kaabiliyetleresahip bir gencin, hayatında iyi ya da kötü roller icra etmesinden en büyük payı, şüphesiz öğretmen alacaktır. Dolayısıyla, ferdin olduğu kadar, toplumun da kaderini tayin eden ve şahsiyetini oluşturan mesleğin adı öğretmenliktir.100

Öğretmen, eğitimin en önemli unsurudur. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, öğretmenin değeri hiç bir zaman azalmayacaktır. Ama,dikkat edilmesi gereken bir noktayı da unutmamak gerekir. Eğer öğretmeni iyi yetiştiremezsek, bunun zararı çok büyük olur. Beze de, gençliğe de asrın ilmini öğretecek, mukaddesatı da ihmal etmiyeceköğretmen låzımdır. Vatanın korunması da bu iki hususun iyihesabedilmesine bağlıdır.

Bugün bütün medenî milletlerin eğitimcileri ve fikir adamları, okulun öğretmen demek olduğuna; onun yerini ne müfredat programiyle, ne kitapla, ne disiplin veya herhangi bir vasıta ile tutmanın mümkün olmadığına kanaat getirmiş bulunmaktadır. Bu sebepten dolayı, öğretmeni hesaba katmayan hiçbir eğitim sisteminin, hiç bir maarifislahåt plånının başarıya ulaşmasına ihtimal verilmemektedir.

Ne yazıktır ki, her toplum, öğretmene aynı değeri vermemiştir. Bunun sebebi, insan psikolojisinin iyi bilinmemesi ya da çocuğa gereken önemin verilmemesi olabilir. Öğretmenlik, herkes tarafından yapılabilen basit ve kolay bir meslek olarak da görülmüş olabilir.

Aslında gerçek öğretmenlik, bir sanatkårlık gibi, özel yetenek ve temayül gereketirir.

Günümüzde öğretmenlik nerdesye, mecbur kalınmadıkça istenmeyen bir meslek haline gelmiştir. Bunun tabiî ki pek çok sebepleri vardır.

Başta devlet, büyük sorumluluğuna, ağır yüküne ve fazla mesåisine rağmen, öğretmene lâyık olduğu değeri vermemektedir.101 ?imdiyekadar, pek çok öğretmen yetiştirme politikaları denenmiştir. Bunların olumlu ya da olumsuz sonuçlarına bakmadan, ilmîl tahliller yapmadan, sırf politik seebeplerle birinden diğerine geçilmiştir. Öyle zaman olmuş,kırbeş günde bile öğretmen yetiştirilmiştir.102

Bir zamanlar, öğretmen, toplumun en saygı gören kişilerinden birisidir. Ne var ki, zaman içinde birileri onu, politik hedeflerine malzeme olarak da kullanmaya çalışmıştır. O zaman öğretmen, halk nazarında yıpranmış ve değerini kaybetmiştir.

Âkif, ideal öğretmenin vasıflarını şöyle sıralar:103

1. Önce Îmanlı Olmalı

Îman’ın önemini kavramak için, başta, “din ve ahlâk ilişkisi”ni iyi bilmek gerekir.

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.104

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın

Ne irfanın kalır tesiri ketiyyen, ne vicdanın

Diğer taraftan öğretmen, milleti millet yapan ve ayakta tutan, “din, dil, tarih, vatan ve kültür” gibi değerlerin heyacanını her an içinde duymalıdır.105

2. Edebli Olmalı

Başta öğretmen, ahlâken öğrencilerine iyi örnek olmalıdır. Öğrencilerine tavsiye ettiği fazîletleri,106 önce kendi nefsinde yaşamalıdır. Milletine hiç bir zaman tepeden bakmamalıdır. Bu vatanın nimetiyle yetiştiğini, milletine vefa borcu olduğunu hatırdan hiç çıkarmamalıdır.

3. Liyâkatli Olmalı

Öğretmen, üzerinde çok sorumluluk taşıyan bir şahıstır. Eğer ülkede bozukluklar, çalkantılar oluyorsa, sorumlusu odur. Ülke kalkınamamış, iş sevgisi yerini, menfaat duygularına ve aşırı kazanma hırsınaterketmişse, köşe dönmecilik başını alıp yürümüşse, yine sorumlusu odur.

İnsanlar birbirleriyle iyi geçinemiyorlarsa, herkes birbirini alt etmek için çalıyor, ayaklarını kaydırmak için plânlar yapıyorsa, öğretmenin bunda payı vardır.

Hayata karşı bir bıkkınlık belirmişse, gözleri hırs bürümüşse,cehâlet başını alıp yürümüşse, altından yine öğretmen çıkar.107

4. Vicdanlı Olmalı108

Öğrencilerin gözü, öğretmenin gözünden görür, kulakları da, yöne onun kulaklarından işitir. Öğrencilerin güzel gördükleri şey, öğretmenin tasvip ettiği şeydir.

Öğretmen, öğrencilerin bu özelliklerini iyi bilip, başta iyi örnek olmaya çalışmalıdır.

Diğer taraftan öğretmen, öğrendiğini öğretmeli; okuduğunu okutmalıdır. Emekli bile olsa, bu onun asıl vazifesidir.109

Âkif’e göre, böyle bir öğretmene baha biçilmez.

“Hoca hakkıyla beraber gelecek hak var mı?

Sizi mîzâna çekerken bunu sormazlar mı.”110

Âkif her gittiği yerde ilmin, ulamânın değerinden bahseder, halkı bu konuda uyarır, bilhassa öğretmene saygı göstermeleri hususunda ricada bulunurdu.

Âkif okulsuzluğu, geri kalış sebeplerinden birisi olarak görür. Okul demek, ilim, irfân, medeniyet, çalışma ve ümit demektir. Yalnız bunları halka öğretecek öğretmenler, okuldan daha önemlidir. Çünkü okul demek, her şeyden önce öğretmen demektir. Eğer öğretmen, görev yaptığı toplumu tanımaz, insanlara tepeden bakar, dertleriyle dertlenmez, sevinçlerine ortak olmazsa, halka ters düşer. Böyle bir öğretmenden halk hiç bir şey öğrenmez.

Halk, aslında öğretmene saygıda da, okul yaptırmada da fedakârdır. Ne yazık ki, halkın seviyesine inemeyen öğretmenler, halkın bu samimiyetini anlayacak kafa yapısına sahip değillerdir. Bu sebepten halk, mukaddesatını hiçe sayan, bu tip öğretmenlere, çocuklarını emanet etmektense, cahil olmayı tercih etmiştir.

Âkif oldukça objektif bir mütefekkirdir. O, öğretmen-halk çatışması konusunda, yukarda söz konusu edilen sebeplerden dolayı, halkın öğretmeni benimsemeyişini de bir çözüm yolu olarak görmez. Çünkü O, hep şunu savunmuştur: “Ülke bizim. Kimse dışardan gelip de bize yardım etmez. Biz, kendimize yararlı olacak insanları, yine kendi ülkemizden çıkarmak zorundayız!…”

Bütün bunlara rağmen, ortada çözülmesi gereken acil bir problem vardır. Bu konuda temel soru şudur:

İdeal öğretmen nasıl bulunur? Kimlere ısmarlanabilir?111

F. Kalplere Allah Korkusu Yerleştirmek

Hikmetin başı Allah korkusudur.112 Bu korku sevgiye şükre,hamdetmeye, ümide dayalı bir korkudur. Bu korku, insan olarak, yaratılış nimetinin sorumluluklarını yerine getirememe endişesidir. Bu korku, insanın diğer korkularını da ortadan kaldıran, asil bir korkudur.

Âkif işte bu yüzden, şu haklı tespiti yapar:

Ne irfândır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfi Yazdanın.

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyyen, ne vicdanın.113

Allah korkusu olmazsa, milletlerin ahlâkı dumura uğrar. Ahlâkın yıkımı, başka şeylerin yıkımına benzemez. Onunla birlikte millet de, milliyet de, istiklâl de yıkılır. Millî ahlâk, milletin ruhudur. Onun iflası, ölümlerin en korkuncudur. Çünkü bu ölüm, topyekûn ölümdür.

Vicdanların hâkimi Allah korkusu olan toplumlar, daima yüce toplumlardır. Fakat bundan mahrum olan toplumlar, zillete dûçar olurlar. Bu gibi milletlerde yükselme düşüncesi, zihinlerden silinir, cesaret büsbütün kalkar.114

Âkif’e göre, milletlerin mutluluğu için lâzım olan iki güç vardır: Bunlardan biri marifet, diğeri de fazîlettir.

Marifetten maksat, ilim, fen, metod, teknik ve hünerdir. Marifet halka, refah ve saadet yolunu açar.

Âkif’e göre medreseler, üç yüz yıldan beri marifetten uzak kalarak, gelişen ilmî harekete ayak uyduramamıştır. Bab-ı fetva denilen daire, ümmî koğuşudur.

Fazîlet ise, Türk’ü Türk olarak yaşatan, öz benliğini teşkil eden, din ve ahlâktır.

Bu millette marifet kuvveti olmazsa, sadece fazîletle kalkınamaz, güçsüz kalır. Böyle durumlarda, toplumlar sayısız belaya uğrar. ?imdi ise şark, marifet’den de, fazîletten de uzaktır.115

Fakat Âkif ümitlidir. Hadiselere bakıp ümitsiz olmamak gerekir. Çünkü fazîletlerimizin kaynağı derindir. Kolay kolay onu bizden ayıramazlar. Bir gün derinlerdien, yeniden fışkıracaktır.116

Âkif, sözü sağlam, özü sağlam adam ister. O’nun en beğendiğidavranış, sözün gerçek olmasıdır. İsterse bu söz odun gibi olsun! Önemli olan, doğru olmasıdır. Bu konuda söyledikleri oldukça düşündürücüdür:

Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla övemem.

Gelenen keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hattâ boğarım…

-Boğamazsın ki!

– Hiç olmazsa yanımdan kovarım.

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle;

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.117

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir bilki, fakat çekmeye gelmez boynum.

Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim.

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.

Çiğenerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Zâlimin hasmıyım amma severim mazlumu…

İrticâın şu sizin lehçede mânası bu mu?118

G. İnsanlarda Acıma Duygusunu Geliştirmek

Âkif’e göre merhamet, kişinin insanlığını anlama ölçüsüdür. Bunun için ihtiyarlar, kadınlar ve çocukları gözetmek gerekir.119

Kuvvetin ve kuvvetlinin, bulduğunu enseleme hakkı yoktur.

Zenginlerin de omuzlarında bu konuda büyük vebal vardır.

Önemli olan, kanayan bir yara görülünce ciğerlerin sızlamasıdır.

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmamak, acizin hakkını yememek, ahde vefa göstermek, sözünde durmak, şefkatlı olmak, bir toplumu ayakta tutan yüce değerlerdir. Bunların hepsi merhamet duygusunun eseridir.

Âkif, oldukça merhametli bir insandır. Bir keresinde, NecidÇöllerinden dönerken, fakir istasyon memurunun doğacak çocuğu için yaptığı fedakârlık, hiç unutulacak gibi değildir. Arkadaşı Eşref Bey’inisrarına, kendisinin de son derece yol yorgunu oluşuna rağmen, beş gün beş gece (?am’a gidip gelerek) yolculuk yapmak suretiyle, kadıncağıza çocuk kıyafetleri getirmiştir. Oldukça yorgun düşmesine rağmen, insânîbir vazife yapmasından dolayı, çok memnun bir tavır sergilemiştir.

Âkif bu yolculuğa, sırf içindeki merhamet hissinden dolayı katlanmıştır.120

Âkif’in merhamet ve vefâsına bir örnek olması bakımından, Mithat Cemal KUNTAY, şöyle bir olay anlatır:

“Ben, Fransız edebiyatının klasiklelerini Âkif’ten öğrendim. Victor Hugo’yu ondan dinledim. La Martine’i en güzel bir şekilde bana O anlattı. Fars edebiyatını Âkif’ten ögrendim.

Bir Cuma günü yine Âkif’in evine davetliydim. Gittim. İçerde oturduk. Fransız edebiyatından bazı klasikler okuyoruz. Fakat dışardadokuz tane çocuk, alt alta üst üste boğuşuyorlar. O kadar büyük bir gürültü var ki, onların gürültüsü içersinde edebiyatın, şiirin zevkine varmak mümkün değil. Dışarıya çıktım. Baktım, bir takım yabancı çocuklar var. Âkif’in beş çocuğundan başka dört yabancı çocuk. Onlardan bir ikisinin yüzlerini o kadar büyük bir öfkeyle sıktım ki, parmaklarımın izi, tırnaklarımın izi, çocukların yüzünde kaldı. Ben çocukları öyle öfke ile azarlerken, Âkif odanın kapısına çıktı.

– Kim bunlar, Âkif Bey? diye sordum.

– Onlar benim çocuklarım. Mithat Cemal, dedi.

– Nasıl senin çocukların? Senin beş tane çocuğun var. Burada dokuz tane çocuk alt alta üst üste boğuşuyorlar, diye itirazda bulundum. İçeriye aldı beni, dedi ki:

Mithat Cemal, ben Veteriner Fakültesinde okurken, bir arkadaşım vardı. Hasan Tahsin isimli bir arkadaşım. Bir gün beni çağırdı. Dedi ki,Âkif gel buraya! İlerde nasıl olsa Fakülteyi bitirdikten sonra evleneceğiz değil mi? Evet! Nasıl olsa, çocuklarımız olacak değil mi? Evet!. Ve günün birinde nasıl olsa, emri Hak tecellî edecek değilmi Âkif? Evet, kim bundan yakasını kurtarmış ki biz yakamızı kurtaralım?… Gel Âkif, dedi, burada birbirimize söz verelim. Kim erken ölürse, hayatta kalan diğerinin çocuklarına sahip çıksın.

Mitahat Cemal! Arkadaşım öldü. Ben, otuz yıl önce vermiş olduğum bir söze bağlı kalmak mecburiyetindeyim. Artık o yetimler benim çocuğumdur. Onlara dokunma! Bir şey söyleme o çocuklara.”

Âkif’in beş çocuğu vardır. Maddî yönden de oldukça sıkıntılıdır. 121

H. Tedbirli ve Uyanık Olmaya Teşvik

Âkif, maskelere aldanılmaması konusunda halkı her vesileyle uyarır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

a. Batı medeniyeti bir maskedir. Bu medeniyet, diş bileyen, sömürgeleştiren, parçalayan, sonra da yutmak isteyen tek dişi kalmış bir canavardır. Bu medeniyet asrın maskeli vicdanıdır.

Âkif, 1913’de yazdığı bir şiirinde Batı’nın maskeli yüzünü tanımayan anlayışa şöyle seslenir:

Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

“Beze efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’ın;

O da Allah’ı bırakmakla olur herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!…122

Medeniyeti temsil ettiğini söyleyen Batı, her vesileyle Doğu düşmanlığı yapmaktadır. Onların bizden istedikleri ne falan sancak, ne falan vilâyettir, doğrudan doğruya başımız, hayatımız, devletimiz, dinimiz ve îmânımızdır. Evet onların tek istedikleri bizim felâketimizdir.

Batı medeniyeti fazîlet ve insanlık duygusundan uzaktır. Batı’nınteknonlojideki ilerlemelerini, inkar etmek mümkün değildir. Ancak insanlıkları, maddî sahadaki ilerlemeleriyle tam bir zıdlık arzetmektedir. Bunların sadece ilimlerini fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanıpkapılınmamalıdır.123

Bununla birlikte Âkif, yirminci asrı “ilimler asrı” olarak görür. O bilakis gençleri Batı’daki ilmi almaya teşvik etmiştir. İlkokulların millethayıtndaki büyük önemini en geniş şekilde belirten, bütün işlerin başının maarif olduğunu söyleyen de O’dur. O, bilgiyi ve uyanık olmayı bu derece içten isteyen bir mütefekkirdir.124

Yalnız Âkif iyi bilmektedir ki, Batı medeniyetinin hak ölçüsü kuvvettir. Batı medeniyetinin maskesine dikkat çekişini, bir ilim düşmanı olarak yorumlayanlar, menfaatleri tehlikeye düşen, millet ve din düşmanı kozmopolitlerdir.

Âkif’in istediği medeniyet, temiz, yüksek, namuslu ve vakarlı birmediniyettir. Yani bir medeniyyet-i fâzıladır.125 Halbuki Batı medeniyeti, baştan aşağı göz yaşı, işkence, zulüm, kan, haksızlık, somürgemedeniyetidir. Bunu anlamak için, tarihe bir göz atmak yetirlidir.

Batı medeniyeti teknolojideki ilerlemesini, maneviyat sahasında gösterememiştir. Bilakis o ciheti, bile bile ayaklar altına almıştır.

b. Irkçılık milleti parçalamaktadır. Çeşitli ırkları, aynı milliyet altında tutan tek kuvvet İslâmdır. Bunu temelinden sarsacak zelzele ise, ırkçılıktır.

Başta Hz. Peygamber, ırkçılık fikrini lânetlemiştir. Çünkü ırkçılık, daraltıcı ve darıltıcıdır.

Âkif’e göre ırkçılık (kavmiyyet), siyâsî değil, lisânî ve kültürel olmalıdır. Böyle düşünmesinin sebebi ise şudur:

Halk cahildir. Irkçılık böyle bir toplumu tamamen yıkar. eğer kişiler, mensup oldukları ırklara hizmet etmek istiyorlarsa, bunun da bir yolu vardır. Toplumun hepsi irşada muhtaçtır. Bunlardan meselâ Araplarıirşad vazifesini, Arap mütefekkirleri üzerine alır. Çünkü irşadına çalışacağı ırkın dilini, âdetini, mizacını, ruhu diğer toplumların âlimlerinden iyi bildiği için, başarı o nispetle, son derece kolay olur. Diğer ırkları irşâd etmek için aynı metoda başvurulur.

Herkes kendi mensubu olduğu toplumu okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek, servet, san’at, ticaret hususunda ileriye götürmek için, geceli gündüzlü uğraşsın. Sonunda bu ayrı parçaların toplamından, ileri bir toplum meydana gelir.126

Görüldüğü gibi Âkif, fıtrî olan ırkçılık duygusunun, insanların eğitilmesi hususunda bir araç olarak kullanılmasını ister.

Âkif milletin kurtuluşu için, Müslüman unsurları İslâm, diğerlerini de vatan bağıyla birleştirmek gerektiğini savunur.

c. Âkif, Türkçe gibi zengin bir dilin Arapça ve Farsçanın yardımı ile yaşadığını bilir. Ayrıca Türkçe’nin içinde, Rumca, Ermenice, İtalyanca ve diğer Batı dillerinden gelme kelimeler de vardır. Bunları, şimdi de gelecekte de tamamen tasfiyeye gitmek mümkün değildir.127

Bununla birlikte Âkif, dilde yeniliğe karşı değildir. Ama bunu, işin erbabının yapması gerekir.128

Âkif dilin, halkın anlayacağı sadelikte olmasını savunur. Hem de bütün Türklerin birbirini anlayacakları şekilde….129

Âkif, dilde tasfiye hareketinin daima karşısına çıkmıştır. Diğer taraftan Âkif, varlığın gerçekçilik, zinginlik ve karmaşıklığına önem veren ileri ülkelerde bizde olduğu gibi basitleştirme ve “özleştirme” hastalığının olmadığını iyi bilmektedir.

Bu ülkeler, kelimeleri yerli-yabancı oluşlarına göre değil, aralarındaki ince farklara göre değerlendirirler. Onlar, dillerine giren, işlerine yarayan kelimelere kendi malları gibi sarılırlar. Bizdekine benzer bir tasfiye hareketi onların aklından geçmez. Çünkü “tasfiye, arılaştırma”demek, herkesin bildiği kelimeyi dilden çıkarmak, onun yerine halkın bilmediği yeni (uydurma) bir kelime koymak demektir. Yeni kelimeler öz (?) olsalar bile, halka uzun müddet yabancı kalırlar. Alışılmışın üzerine, alışılmamış bir kelime koymanın, düşünce akımını ve düşünceyi aksatması bakımından büyük zararı vardır.

Ülkemizde tasfiye hareketi, eski kültür eserlerinden faydalanmaya engel olduğu gibi, yaşayan dili de binlerce kelimeden mahrum etmiştir. Bu bir ilerleme değil, gerilemedir.130

İlim ve kültürce ileri ülkelerin dilleri, geri kalmış ülkelerinkinden beş-on kat zengindir. Bunun sebebi açıktır: İlim ve kültürce ilerlemek, daha çok şeye dikkat etmek, daha çok şey üretmek, daha çok karmaşık düşünce ve sanat eserleri vücuda getirmek demektir.131 Yani, bir toplum dilini geliştirmek istiyorsa, daha çok çalışması gerekmektedir.Çünkü, çalışma eseri ortaya konulan esere, mutlaka bir ad bulunur. Bu da dilin gelişmesi demektir.

Âkif yazılarında ve konuşmalarında Türkçe kullanmıştır. Tabiî ki Türkçe deyince, Dil Kurumu tarafından icat edilen yapma dili değil, Türk Milleti tarafından asırlar boyunca kullanılan dili kastetmekteyiz.

d. Âkif, hurafeler ve taassup karşısında da halkı uyarır. O’na göre, yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin ihtiyacını telafi etmek, asla mümkün değildir. Tek çöüzm:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı. 132

Din ölüler dini değildir. Din hayat dinidir.

Dini böyle anlamayan ilimsiz hocalardan ve beyinsizlerden, memleket çok çekmektedir. Aslında din adamlarının milleti geleceğe hazırlaması, halkı kış uykusundan uyandırması, yenilikleri görmesi gerekir.

Âkif’e göre, İslâm dünyasının geri kalış sebebi, gerçek Müslümanlığın unutulmuş; sadece isimden ibaret kalmış olmasıdır. İslâmiyet yanlış anlaşılmaktadır. Yapılan her çirkin hareket, ona yüklenmektedir. İslâm’ın çalışma, gayret dini olduğu hatırlardan çıkarılmış, kafaları batıl inançlar istilâ etmiştir. Dîni, din gibi anlayacak ve anlatacak gerçek mürşitlere ihtiyaç vardır.

Bu problem çözülmeye çalışılırken, üst tabakayı temsil alydınlartarafından yanlış teşhisler konulmuştur. Halbuki, yıllardır Avrupa’ya bilim ve teknik sahasında, yetiştirilmek üzere, bir sürü insan gönderilmekteydi. Ne garip tecellîdir ki, bunların hiç birisi, devletini, milletini ve dinini düşünen kafalar olarak dönmemişlerdir. İlim alacakları yerde, Batı’nın örfünü, modasını, kısaca kültürünü getirmişledir. Üstelik benliklerini kaplayan aşağılık duygusunu, gençliğe de aşılamaya çalışmışlardır. Âkif ise, sarsılmaz îmânıyla, hayatı boyunca, hileli düşüncelerin karşısına çıkmıştır.

I. Halkı Eğitirken Kullandığı Metodlar

Âkif, halkı eğitirken, yüz yıllarca başarılarımıza hem sebep, hem de kaynak olan değerleri kullanmıştır.

Eğitimin en önemli problemlerinden birisi de “Neler öğretelim?” sorusudur. Bu sorunun cevabı, bilgilerin ve ihtiyaçların gelişmesi doğrultusunda, daima değişiklik arzeder. Âkif bu noktayı çok iyi bilmektedir.

Âkif’e göre, insanın bir gayeye ulaşması için, mesaisini bir konuya hasretmesi, asla maymun iştahlı olmaması gerekir.

Âkif haddini bilen bir mütefekkirdir. Bu konuya örnek olması bakımından bir olay çok enterasandır.

Bilindiği gibi Âkif, Darülfünûn’da edebiyat hocalığı yapmıştır. İlk derse girdiğinde, talebelirine ilk sözü şu olmuşytur:

-Efendiler, ne burası bir Darülfünûn’dur, ne siz bir Darülfünûntalebesisiniz, ne de ben bir Darülfünûn hocasıyım! Evvela bunu bilelim, kendi kendimizi aldatmayalım. ?imdi dersimize başlayabiliriz.133

Çok iyi bilinmelidir ki Âkif, içinde bulunduğu zaman, mekan ve imkânı en iyi şekilde değerlendirip, daima faydalı olmayı prensip haline getirmiştir. Zaten eğitilmiş insanın da temel vasfı budur.

Âkif, başka toplumların problemlerini, tamamen kendi problemimiz gibi görenlerden değildir. O bilir ki, her toplumun kendine has problemleri olmaktadır. Bunlar içinde, benzerlik arzedenler olduğu gibi, tamamen yerel seviyede kendini hissettirenler de vardır. O’nun için Âkif, başka ülkelerden problem ithal edip, yapmacık çözümler ürtmez. O, içinde yaşadığı toplumun, bizzat kendi dertlerini açığa çıkarıp, yaraları sarmaya çalışır. Yani O’nun fikirleri ve eğitimi yerlidir.

Âkif uyarırken, kişileri değil, meseleleri hedef almıştır.134 Böyle hareket etmenin terbiyevî (eğitsel) değeri çok yüksektir. Çünkü kişilere yönelik faaliyetler, kalıcı olmazlar. Önemli olan, insanların gerçekleri tanımasıdır. Sonra, gerçek kişilerin kim olduğu kolayca anlaşılır.

Bizim tespitlerimize göre Âkif, bu hedefine ulaşmak için, aşağıdaki hususları bir metod olarak benimsemiştir:

a. Olayları ve İnsanları İyi Gözlemek

Âkif iyi bir gözlemcidir. Fakat O, gördükleri arasında bir seçim yapar. Halkı eğitmeye yönelik tespit ve tasvirlere yer verir. asla lüks konuşmaz. Âkif, derman olmak niyetiyle dert araştırır, tephir etmek niyetiyle değil. Yani düzeltmek için.

Âkif, ictimâî dertleri dökmekten, yaraları açmaktan çekinmez. Bundan maksadı, milleti, ele düşmana karaşı maskara etmek değildir. Önemli olan, maskaralıkları maskara etmektir. Ta ki, alışkanlık neticesi, her gün yapmaktan hiç sakınmadığımız, hiç azap duymadığımız, bir sürü fenalıkların farkında olup insanlığa doğru adım atalım. 135

İşte, üzerinde durulması, düşünülmesi gereken asıl mesele bu!..

Âkif, düzeltme işini yapacak kimselerin vasıflarını şöyle sıralar:

1. İçinde bulunduğu zamanı iyi tanımak.

2. Zamanın bütün gereklerini, her milletin özelliklerini dikkate almak.

3. Söz söylemenin metodunu bilmek.

İnsanlara bilmedikleri meseleleri anlatırken, ser davranmamak, yumuşak söylemek gerekir. Hak ve hakikati en güzel şekilde anlatmak,ıslâh görevini yüklenen kimseler için bir öğretim metodudur.

Âkif bu konudaki endişelerini şöyle dile getirir:

“Bazen en temiz bir hakikati, en murdar küfürle kabul ettirmek isteriz! En temiz, en meşru bir maksada, böyle en mülevves, en rezil vasıta ile varmaya yelteniriz! Söğüşler, ancak sefil maksat takip eden rezillere yakışır birer silah olabilir.”136

Âkif’e göre vâizlik, nâsihlik, mürşitlik, bu sebepten zor meslektir. Nitekim Hz. Peygamber, en etkin mucizeler gösterme imkânına sahipken, insanları Allah’ın yoluna davet ederken, fıtrat kanunlarına uymuştur.137 Bu fıtrat, yumuşaklık ister, tatlılık ister. İkna ederken getirilecek delillerin hikmetli olması, aynı zamanda halim bir ağızdan çıkması gerekir. Halkı arkalarından sürükleyemeyenler, suçu kendilerinde aramalıdırlar.138

Diğer taraftan, eğitici kişinin yapmadıklarını söylememesi, başkasının yaptıklarına sahip çıkmaması gerekir.139

Bir şeyin anlatılmasının başka bir yolu da, onu yaşamaktır. Bu konuda Firdevsî’nin “İki yüz lâf yarım işin yerini tutmaz.” sözü meşhurdur. 140 Kısaca, önce hak üzere olmak, sonra da o hakkı tavsiye etmek!…141

4. Söz söyleyebilmek için de milletleri yükselten ve alçaltan sebeplerin mahiyetini öğrenmek.

5. Ahlâk ve psikoloji ilmine vakıf olmak.

6. Batıl fikirlerin zihinlere nasıl yerleştiğini bilmek.

7. akil ile hakkın arasının nasıl bulunacağını bilmek.

8. İnsanların hayra cezbedileceğini bilip ona göre hitap etmek.142

9. İyi işlerin faydası anlatılırken, kötü işlerin, yani güzel işlerin bırakılması sonucu meydana gelecek işleri de göstermek gerekir. Âkifbunu farz olarak kabul eder.143

10. Yalnız hak yolun tanınması yetmez; o caddeye çıkan yolların nerelerde sapma ihtimali olduğunu da bilmek gerekir. Bir de yanlış yolda olanlara, “Kötü yoldasın!” demekle iş bitmez. Oraya nasıl düşmüş, kurtuluşa nasıl erecek, bu yönlerini tamamıyla tayin etmeli, sonra biçarelerin elinden tutmalıdır.144

11. Her şeyi olduğu gibi söylemek. Âkif, şiirlerinde hayâle dalmadığını, herkesin anlayabileceği normal şeylerden bahsettiğini söyler. Meselâ taşa “taş” der. “Hacer-i Semavî” demez. Eşyanın hakikatlerini, hayal kuvveti ile değiştirip tabiat üstü bir hale koymaz. Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir eder. En fukara muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tespit etmeye çalışır.145

Âkif’in tasvirleriyle çizdiği çevreler, tabiat parçaları ve manzaralar, cansız ve insansız değildir. Resmetmekte olduğu manzarayı, “tadı tuzuyla” denecek bir tarzda cıvıl cıvıl insanları, çocukları, şarkı sesleri, gürültü ve konuşmaları, kokuları, renkleri ile vermektedir. 146

Âkif, şiirinde hiç bir zaman bir kapalılığa yer vermemiştir. Her şeyi gördükten sonra yazmıştır. Kâbe’yi ve Hıra Dağı’nı gözleriyle görüpmüşâhede edemediği için, o kadar çok istediği “Hz. Peygamber’in Veda Haccı”nı şiirleştirememiştir.147

12. Gözlemlerin iyimser bir tablo çizmesi gerekir. Âkif bu konuda çok önemli bir noktaya dikkatimizi çeker ve şu açıklamayı yapar:

“İyilik mefhumu bizde menfidir, müspet değil. Meselâ bir adam iyidir, dediğimiz zaman, şunu yapmaz, bunu yapmaz, kimseye bir fenalıkta bulunmaz manasını kastederiz. Yoksa şunu yapar, bunu yapar, böyle iyiliklerde bulunur manasını düşünmeyiz.”148

b. İnanç Etrafında Motivasyon Meydana Getirmek

Âkif halkı eğitirken, dînî inançları temel bir basamak yapmışatır. İşlediği temaların, hemen hemen hepsi, Kur’an ve Hadis’ten telmihtir. Yani Âkif eserlerinde, “Müslüman ne yapmalı, ne yapmamalı?” sorusunun cevabını vermeye çalışır. Bunu yaparken takip ettiği metot ise, Kur’an ayetleri ve Hadisler’den zamana ve mekâna uyun olara seçim yapar. Bütün ayetleri ve hadisleri gündeme getirmez. Devrindeki temel problemlere çözüm olabilecek konular arasında bir tercih yapar. Bizce bu, çok önemli bir eğitimcilik vasfıdır. Âkif’in büyük bir eğitimci olduğunu, sadece bu yönü ispat etmeye yeterlidir.

Konuyu daha iyi anlamak için, Âkif’in Kur’an’dan ve Hadisler’dengündeme getirdiği konuları özet olarak vermemiz yerinde olacaktır. İşlenen konular kısaca şöyledir:

1. Düşünmeye ve İbret Almaya Teşvik

Âkif, İslâm âleminin asırlardır düşünemez olduğunu kabul eder.

Yerin, göğün, insanın yaratılışını düşünmek… Bunlar ilmin her vadisinde, her şûbesinde, en ileri adımlar atmaya sevkedecekfaktörlerdir.

Kur’an âyetlerinin yarısı düşünme’den bahseder. Yani bakmak değil, görmek…149

Düşündürmek kolay bir iş değildir. Doğru düşünmeyi engelleyen pek çok sebepler vardır. Bunların başında kör taklit, ifrat ve tefrit gelir.150Halbuki İslâm, her zaman i’tidali tavsiye etmiştir.

Eski alışkanlıklar da doğru düşünmeyi engeller.151

İnsanlara doğru düşünmeyi öğretmek için, fayda temin etmeyen düşüncelerden de uzaklaştırmak gerekir.152

Tarih de masal dinler gibi dinlenmez. Her vakadan ibret almaya çalışmak gerekir. Gezilen, görülen yerlerin sadece havasına, suyuna bakmamak, daha büyük gerçekleri öğrenmek için çaba sarfetmek de düşünmedir.153

Âkif, düşündürmek maksadıyla, konuşmalarında sık sık tartışmaya girer. Fakat O’nun tartışmaları, son derece mantıklıdır. Çünkü insan fıtratına hitab eder, düşünmeyi sağlar, zihinleri harekete geçirir. Böylece zulme dalmak yüzünden uğranılan zararlara dikkat çeker. 154

Âkif, karşısında tutunamayan ve bununla beraber herhangi bir fikirde boşu boşuna israr eden, bazı aydınlara (!) şöyle demektedir:

-Durun, ben size “Avrupa âyetleri” okuyayım… Ve başlardı: Söz konusu olan meselede Avrupa ilim adamlarının neler dediklerini, hangi memleketlerde o meselenin ne şekilde tatbik edildiğini sayar, döker; nihayet muhatabını yola getirirdi… Âkif, bir hayli “Avrupa âyetleri” bilirdi.155

Âkif, hayatı boyunca dar görüşlülükle mücadele etmiştir. O bütün problemlerin, bütün sıkıntıların, bu tip anlayıştan kaynaklandığını çok iyi bilmektedir. O, yeni-eski çatışması içine giren halka, son derece mantikîbir ölçü verir:

-Yeniyi iyiliğinden, özellikle lüzumundan dolayı almak; eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak gerekir.

Yani “yeni” demek iyi, “eski” demek de kötü anlamına gelmez. Önemli olan, bizim ihtiyacımıza cevap verip vermeyeceği meselesidir.

Âkif’in dikkat çektiği önemli bir mesele de, dîne hurâfe karışmasıdır. Her nesil birer ikişer, dîne bid’at (dinde olmayan şeyler) karıştırmış, bugün akâidimiz, ibadetlerimiz, muamelâtımız, âdeta hurâfeler mecmuası haline gelmiştir. Dînin aslı, kolay kolay hatırlanıp düşünülmemektedir.

Yine önemli bir mesele, kötü bid’atin dinden sökülüp atılması, sanki dini yıkmak şeklinde anlaşılmaktadır.

İslâmiyet asıl özelliği ile muhafaza edildiği müddetçe, müslümanlarilerlemiş; bid’atlarla bulandırılınca da gerilemiştir.

Dîni taklit, dünyası taklit, âdetleri taklit, kıyafeti taklit, selâmı taklit, kelâmı taklit, kısaca her şeyi taklit olan bir milletin fertleri de insan taklidi demektir. Böyle bir toplum, asla birlik oluşturamaz.156

2. Çalışmaya ve Ümitli Olmaya Teşvik

Âkif’e göre insanlar çalışmakla sorumludurlar; muvaffak olmakla değil…

Yine bilinmelidir ki, kolaylık zorluk yanındadır. Çalışanlar mutlaka kazanacaktır.157

Hayatı mücadele içinde geçenler için, nimet çoktur; manasız bir tevekkül ile tembel yaşayanlara ise, mahkum olmayacağı zillet yoktur. Aslında tevekkül, insanın sıkıntılara göğüs gererek, başaracağına ümit ve sarsılmaz bir güven duymasıdır.158

?unu unutmamak gerekir ki, kesinlikle, azimsiz ve gayretsiz tevekkül olmaz.159

Fakirliğin, azlığın, hiç bir zaman ümit kesici olmaması gerekir.160 Yeter ki, insanlar, birbirlerini aldatmasın, adâletsizce davranmasın, ölçü ve tartılarınada hile yapmasın!…

Âkif, bilhassa harb yıllarında, bu konuda halkı çok uyarır. Çünkü felâketler ve âfetlerden yararlanmaya çalışanlar daima olabilir. 161

Çalışmayı prensip haline getirmek için, ferdî sorumluluk duygusunu geliştirmek gerekir. Âkif, fedâkarlığı hep başkasından bekleyenleri,“Dostlar şehit, biz gazi” felsefesini benimseyenleri, hoş karşılamaz.

Çalışmak için bir önemli prensib de, sabretmeyi bilmektir. Çünkü,öğrenmek için de, öğretmek için de en değereli fazîlet, sabırdır.

“Çalışma”, Âkif’in, hayatında en çok tekrar ettiği kelimedir.Safahat’da baştan sona, yine bu kelimeyi görürsünüz.

Geçmişe saygı da çalışmakla olur. Geleceğe ümitle bakmak, yine çalışmakla mümkündür.

3. Birlik ve Beraberliğe Teşvik

İslâm dîninin hemen bütün hükümleri kardeşlik, birlik esasınıkuvvetlenediremeketedir. Namazlar, haclar, zekâtlar, şahadetler, oruçlar, aynı kıbleye yönelişler, hep müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır.162

“Kurunun yanı sıra yaşın da yanabileceği” gerçeği, ilâhî bir kanundur. Bir namerdin hırsına koca bir ülke kurban olabilir. Bir münafığın yüzünden cemaatler, cemiyetler tarumar olup gider. 163

I. Halkı Uyarma Yolunda

Âkif’in bütün çabası ve hedefi, milleti birleştirmektir. İşte bu ümitle yola koyulur. Kanayan bir sîne, çarpan bir yürek, atan bir kalb, yeşeren toprak, kınından sıyrılan kılıç, koruyan kalkan, coşan bir umman olur…

Âkif, bu cennet Anadolu’nun, İslâm’ın son kalesi olduğunu çok iyi bilir.

Türk Milleti’nin, içte ve dışta bir çok düşmanları vardır. Dış güçler, içteki azınlıkları parayla ve ırkçılık hırsıyla ayaklandırmışlardır. Âdetâakıllar ve vicdanlar çetin bir imtihandan geçmektedir.

Koskoca Osmanlı Devleti, ölüm-kalım savaşına girmiştir. Âkif, böyle anlarda memleketin ne derece fedakârlık istediğini bilmektedir. Bunun için, ölüm pahasına bile olsa harbin içinde olan beldeleri görmek ve uyandırmak gerekmektedir.

Âkif, dostu Eşref Bey’le birlikte, sırf bu maksatla, Necid çöllerini adım adım dolaşır.

Eşref Bey’in naklettiğine göre, Âkif’in en büyük emeli, hayatını islâmdünyasının geri kalmış bölgelerine hasretmek, onlara İslâm dininin ana hamuru olan medeniyetçiliği ve ilimciliği anlatmak, taassub vegeririlikten kurtarmaktı. Âkif o Hıristiyan misyonerlein gayret ve fedakârlıklarına hep gıpta etmiş ve düşüncelerini şöyle açıklamıştır:

“… Ah eşref Beyefendi… Ah azız kardeşim… Nerde bizim ulemâdabu gayret? Bir batıl için böylece hayatlarını vakfetmiş adamlar eğer, ilmin ve medeniyetin bayrağını elinde tutan hakîkî müslümanlığın safında yer alsalar, emin olunuz, Cenab-ı Hakk’ın dünya dini olarak bize ihsan buyurduğu hakîkî müslümanlık, beşeriyeti aydınlatır, bu kavgalar,harbler, ihtiraslar, kin ve gayızlar devri son bulur, bütün insanlık tam bir kardeşlik ve huzur içinde yaşar, kâinatta elem ve ıstırab hissedilmezdi. Bizim ulemânın kabahati, günahı cidden büyüktür. ?u harb inşallah bitsin, bütün hayatımı bu gaye uğruna vakfedeceğim.”164

Âkif milleti parçalama hareketlerinin hepsine şahit olmuş, ne elîm sonuçlar doğurduğunu yakinen idrak etmiştir. Bu sebepten Âkif, hiç bir fikrin sahibine, milleti sahte ve köksüz fikirlerle bölmek isteyenlere çattığı kadar şiddetle çatmamıştır.

Âkif’in hedefi, daha önce de belirttiğmiz gibi, milleti birleştirmektir. Bu isteği halkta da uyandırabilmek için, kendisini millet hizmetine vermiştir. Bu sebepledir ki, milletin güvenini sarsacak, ümidini kıracak hiç bir harekete katılmamıştır. O, hakîkatin en acısını, sertini bile, akla olduğu kadar, hisse ve vicdana da hitab eden bir asalet içinde söylemeyi bilmiştir. Eğitimciliğinin üstün tarafı da zaten burasıdır.

Âkif, Çanakkale harbinin kazanıldığı müjdesini Necid’den dönerken yolda öğrenir. Allah kendi adını yüceltmek için, asırlarca dünyanın dört bucağında cömertçe kan dökmüş olan bu merd, kahraman, büyük milletin haysiyet ve şerefini bir kere daha kurtarmıştı.

Müjdeyi veren Eşref Bey, Âkif’in boynuna atılır. Âkif, masum bir çocuk gibi hıçkıra, hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Bu göz yaşları, Çanakkale’de Mehmetçiğin oluk gibi akıttığı kan kadar cömerdve temizdir. Çünkü Çanakkale’de kanını verenle, kızgın Necid Çöllerin’demilleti birleştirmek için hayatını vermeye gelenlerin davası, aynı davadır. Oğlunu Kafkaslar’a, Sinalar’a, Galiçyalar’a gönderip, kendisi, tüyü bitmedik torununu yanına alıp tarlasında didinen ninenin çektikleri nedendir? Hepsi vatan denen aziz varlığın devamı ve bekası için değil midir?165

Âkif, milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına ve yiğitliğine inanmıştır.

Medeniyet ve teknik (!), bütün vasıtalarıyla Çanakkale’ye yığılmıştı. Bunların kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilme ne belâ idi. Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu… Ya biz? Bunların sadece birisinden değil; hepsinden mahrumduk. Neyimiz vardı?.. Mehmetçiğin îmânı!…

Âkif, bu yüce ve asil şahlanışı şöyle dile getirir:

Ne çelik tabyalar ister, ne sîner hasmından,

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îmân.166

Âkif, Necid yolculuğundan sadece bir “Coğrafya parçası”nı görerek dönmemiştir. Milletimizin saadeti ve felâketi olan temel meseleleri de iç yüzüyle müşâhede etmiştir. İslâmiyet’in asıl değer ve kıymetlerinin, geri ve ibtidâî bir zihniyetle, nasıl güçsüz hale düştüğünü gözleriyle görür, elleriyle tutar ve anlar.

Necid seyahati, Âkif’in ruhu üzerinde derin tesirler bırakmıştır. İslâm âlemini yakından görmüş, çölü tanımış, İslâmiyet’in, merkezden uzak, ücra diyarlarda nasıl bir değişiklik geçirdiğine şahit olmuş, şark ileGarb arasında mukayese yapabilme gücünü elde etmiş, nelerin islâhedilmesi gerektiğini kavramıştır.

Bundan sonraki şiirlerinde, bu tesir apaçık görülür. İslâm dünyasında maddî ve manevî bir aslına dönüş hasreti, bu yolculuktan sonra, bütün benliğine sahip olur.

Her şeye rağmen O ümitlidir. Çünkü millet özünü kaybetmemiştir. Ortada büyüyen ve gelişen bir millî hamle vardır: Asım’ın nesli, “İşteçiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek…”167

Âkif, Necid’den döndükten sonra boş durmamış, 1908’den berisürdürmekte olduğu basın faaliyeti yoluyla milleti aydınlatmaya devam etmiştir. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine Balıkesir’e geçip camilerde va’zlar vermiş ve halkı uyarmıştır. İfade ve tavırlarıyla, halka hep ümit vermiştir…

İşte bu ümitledir ki, İstanbul işgal edildikten sonra, Millî Mücadele başlar başlamaz, işini ve ailesini bırakıp Anadolu’ya geçer, mücadele saflarına katılır.

Âkif, Millî Mücadele’nin muazzam bir cihâd olduğuna halkı ikna etmeye çalışmıştır. Bu konuda, oldukça mâhirâne üslûp kullanmıştır.

Âkif, Millî Mücadele’de, oldukça aktif bir görev yerine getirir. Anadolu’nun bir çok vilâyetlerinde, kazalarında, hatta nahiyelerinde, camilerde, medreselerde, meydanlarda, hutbe, konferans, sohbet ve ziyaretler şeklinde insan kütlelerine meseleyi anlatmış ve halkışuurlandırmıştır. O, çok samîmî konuşmakta ve doğruyu söylemektedir. Bu yüzden, sözleri çok tesirli olmaktadır. O’nu bir kere dinleyen ve eli silah tutabilen bütün erkekler, ailesiyle vedalaşmakta, evini, karısını ve çocuklarını Allah’a emanet ederek cepheye koşmaktadır. O, istiklâlitehlikeye düşürecek bütün zaaflara, ihmallere, gafletlere ve bilhesse asıl düşüş olan manevî çözülmeye çözülmeye karşı son derece titiz ve hassas davranmıştır. Ne bir şahsı, ne de bir zümreyi hedef almıştır. O her türlü bölücülüğün, yozlaşmanın ve aslını kaybetmenin karşısındadır.

O istiyordu ki, fırkacılık, komitacılık, artık susmalı… El birliğiyle bugün vatanı müdafaa etmeli… Canla başla çalışırsak, aradaki ayrılık düşüncelerini kaldırırsak, vatanı kurtarırız.168

Âkif, Kuvayı Milleye’e silah, cephane v.s. temin edebilmek için gittiği yerlerde, fedâkârlık yapabilecek herkesle görüşmüştür. Balıkesir, Konya ve Kastamonu’daki va’z ve hutbelerinde millî birliğin teminine çalışmıştır.

Kastamonu’ya gittiğinde, Sevr antlaşmasının millet üzerindeki kötü etkileri sürmekteydi. o, bu konuda halkı aydıntalmayı lüzumlu görür. Bu talihsiz antlaşmanın öldürücü maddelerini herkesin anlayabileceği bir dille anlatır, vatanın ve milletin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri, çarpıcı bir şekilde birer birer orataya koyar. ilerde ne gibi felâketlerin hazır olduğunu hatırlatarak birliğe davet eder. Tefrikayı, her zaman olduğu gibi yine yerin dibine geçirir.

Şimdiye kadar halk bu antlaşmanın mahiyetini bu kadar açıkanmayamamıştı. Bu açıklamalardan sonra, herkes dehşet içinde kalır.

Âkif, cemaate karşı, avazı çıktığı kadar bağırır. Özet olarakNasrullah Camiî’nde yaptığı konuşma şöyledir:

“Milletler maddî güçlerle yıkılmazlar. Milletler, sen-ben kavgasına düştükleri zaman yıkılırlar. ?imdi bize düşen vazife, sarsılmadan, ümitsizliğe düşmeden, o murdar antlaşmayı hükümsüz hale getirmetir. Zira o parçalanmadıkça, İslâm için bu diyarda yaşama imkânı yoktur.

Düşmanlarımızın bizden istedikleri, sadece toprak parçası değildir. Onlar bizim canımızı, kanımızı, îmânımızı, devletimizi istiyorlar.

Yabancı eline geçen müslüman yurtlarının hali, bizim için en müessir ibret levhasıdır. İslâm’ın son sığınağı olan bu güzel toprakları, düşman istilâsı altında bırakmayalım. Ümitsizliği, meskeneti, ihtirası büsbütün atarak azme, mücâhedeye, birliğe sarılalım. Allah hak yolundamücâhede için meydana atılan azim ve îman sahipleriyle beraberdir…“169

Âkif, meseleleri, halkın anlayacağı seviyede takdim etmiştir. Bu sebepten de anlamayan kalmamıştır. Konuşma o derece iyi anlaşılmıştır ki, cemaat bu samimiyyet ve gerçek karşısında müthiş bir heyacanakapılır ve ağlar. Âkif ise kendinden geçecek derecelere evarır. Sonra ellerini havaya kaldırarak duaya başlar:

Ya ilâhî bize tevfîkini gönder!

-Amin!

Doğru yol hangisidir, millete göster!

-Amin!

Ruh-ı İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.

Zulmü tedib ise maksud-i mehîbin gerçek,

Nare yansın mı beraber bu kadar mazlûmîn?

Bîgünahız çoğumuz, yakma ilâhî!

-Amin!

Cemaat galeyana gelmiştir. Binlerce sîneden “Amin” sadalarıyükselir. Ve herkes ağlar. Âkif yine duaya başlar:

Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne;

Kıt’alar kaynayarak gitti o girdab içine,

Mahvolan aileler bir sürü masumdur;

Kalan avarelerin hali de malumdur.

Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enîn;

Ninsin artık bu hazin velvele yarab!

-Amin!

Müslüman yurdunu her yerde felâket urdu,

Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.

O da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer’i mübîn

Hakisar eyleme yarab onu olsun!

-Amin!170

Âkif’in Kastamonu’da irad ettiği hutbelerin tesiri, kısa zamanda kazalara, köylere kadar akseder. Bu hutbelerin halk üzerinde bu kadar muazzam tesirini gören hükümet, Âkif’ten kazadaki halkı da irşadetmesini rice eder. Onun üzerine kazaları da dolaşır. Oralarda da bu gerçekleri açık olarak izah eder. Sevr antlaşmasının öldürücü maddelerini, oralarda da herkesin anlayabileceği bir sadelik içersinde anlatır. Kalabalıklar yine coşar. Bu konuşma da kısaca şöyledir:

“Ey cemaati müslimîn! Ecdadınız size dünyalar kadar geniş bir memleket, dünyaları titreten bir devletle, tarihler dolusu övünülecek değerler bıraktılar. Ya siz evladınıza, torunlarınıza miras olarak acaba ne bırakıp gideceksiniz? Her karış toprağında binlerce şehidin hissesi bulunan sonsuz müslüman yurtlarını elimizden çıkara çıkara bugün öyle bir hale geldik ki, artık Allah korusun yeni bir dönüşe imkân yok. İmkân olduğunu farzetsek meydan yok! Önümüzdeki düşmanı sürüp çıkarmazsak arkamızda dini, imanı, ırzı, namusu, evladı, ayali barındıracak bir karış yer kalmamıştır. Bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayınız.

Anadolu’nun göbeğine kadar sokulmak isteyen düşman, Allah korusun biraz daha ilerleyecek olsa, ne yapacaksınız? Nereye gideceksiniz? Kaçacak yer olmadığı için, ‘kazaya rıza’ diyerek olduğunuz yerde kalacaksınız, öyle mi?

Henüz hâkimiyetimize, istiklâlimize son verilmemişken, o mel’un, o vahşî düşmanların eline geçen yurtlarımızdaki dindaşlarımızın, ne gibi gördüklerini hiç mi işitmediniz? Ben buna imkân vermiyorum. Çünkü hatıra, hayale gelmez canavarlıklarla türlü türlü işkenceler altında öldürülen bîçarelerin feryadı göklere kadar çıktı. Seller gibi akan masum kanlarının yankısıyla ufuklar kıp kızıl kesildi. En katı yürekleri merhamete getiren o muhruk figanları, o acıklı iniltileri sağırlar duydu. Siz duymadınız mı? Hülagü’nün Bağdat’da, İspanyollar’ın Endülüs’devücuda getirdiği feci manzaraları andıran o dehşet nümunelerini, şeneat(kötülük) levhalarını gözler gördü. Siz görmediniz mi?

Yanı başınızdaki din kardeşlerinizin matemine, felâketine karşı bu derecelerde lâkayıt kalmak, Allah için söyleyiniz, revayı hak mıdır?‘Müslümanların derdini kendine dert etmeyen, müslüman değildir.’ diyen Peygamberimizin huzuruna acaba ne yüzle çıkacaksınız?

Geliniz, Allah’ın rahmetine sığınalım. ?u dört yüz milyon felâketzedeye artık nur-ı cemalile tecellî etmesini Hak’tan niyaz edelim.”171

Bu konuşmalar bastırılarak broşür halinde, bütün memlekete, bütün cephelere dağıtılmıştır. Bu durum, Âkif’in vatan-severlik yolundaki fikirlerine verilen değeri açıkça göstermektedir.

Âkif, arkadaşlarının israrıyla 23 Nisan 1920’de açılan I. Büyük Millet Meclisine Mebus olarak katılır.

O günlerde, yol hazırlığı için, ihtiyacı olanlara para verilmekteydi. Ahlâkını bildikleri için, Âkif’e tereddüt ederek para teklifinde bulunurlar.

Vatan ve millet hizmetini mukaddes bir dava olarak gören bu büyük insan, teklifi kabul etmez. Daha önce tefrikayı önlemesi için, NecidÇölleri’ne gitmek üzere görevlenedirildiğinde de aynı şeyi yapmıştı.

Dostu Ali Rıza Efendi Âkif’in bu yönünü şöyle anlatır:

“O ne yüksek bir insandı! O’nun fazîletinin yüceliğine erişmek nemümkü! Fakir, yetim bir çocuk görse kesesini boşaltırdı. Parası yoksa ağlardı. Arkadışını teşvik ederdi. Ahbabının kesesini kendi kesesi gibi, kendi kesesini de, ahbabının kesesi gibi bilirdi. Nazarında paranın hiç kıymeti yoktu. Elinden gelse, yer yüzünden fakrü sefaleti kaldırırdı.”172

Nitekim büyük sıkıntılar içinde olmasına rağmen, İstiklâl Marşı için verilen mükafatı da almamıştı.

Verilecek olan mükafat, o zamanın parasıyla bir ev parasıdır…

Bir gün, pek çok sevdiği veteriner ?efik Bey, “Keşke alsaydınız. Bakınız üzerinde palto yok.” dediği için, o kadar üzülmüş ve kırılmıştı ki,aylarca ?efik Bey’in yüzüne bakmamıştır.

Âkif ümit dolu bir kahramandır. Eşref Bey O’nun hakkında şöyle bir değerlendirme yapar:

“O buhran günlerinde içimizde istikbalden en çok ümitli olan kişi yine Âkif’di. Türk milletinin hür ve bağımsız bir devlete sahip olacağından bir an ümidini kesmedi… Aksini düşünenleri ise, ne o günlerde, ne de ondan sonra asla affetmedi…”

Sakarya zaferinden önceki günlerde, herkes Kayseri’ye taşınmaklameşguldu. Düşman Ankara’yı hedef almışatı. O, Taceddin Dergahı’ndakalmış, en lirik şiirlerinden biri olan Bülbül’ü yazmıştı. Bu bedbînseslenişte bile ümitliydi.

Aileler yanında, bazı müesseseler de Kayseri’ye taşınır.

Âkif bu esnada Ankara’da kalmış, büyük taarruza herkesin elinden geldiğince yardım etmesini temin için gece gündüz çalışıyordu. Bu hususta yazılar yazıyor, nutuklar söylüyor, konferanslar veriyordu. Hatta o zaman “Yılmam ölümden yaradan…” şiiri ordunun ağzından düşmüyordu. Bu şiir, dinleyen her askeri coşturuyordu. Bu şiir, dinleyen her askeri coşturuyor, âdetâ hayat iksiri görevini yapıyordu.

Âkif, Sebilürreşâd idarehanesinden başlayarak tutuşturduğu uyanış ve silkiniş meşâlesini, bir an olsun söndürmeyi düşünmedi. O, her vesileyle Anadolu’yu gezdi ve milleti yıllarca daldığı derin uykusundan uyandırdı. Bizi yok etmek, yer yüzünden silmek isteyen düşmanlara karşı, arkadaşlarıyla birlikte bir imân cehpesi, bir ruh kalesi oluşturdu.

Bıçağın kemie dayandığı anlar da oldu. Ama,Âkif’in tek gayesi vardı: Dirilişi sağlamak… Ne pahasına olursa olsun, bu ideali gerçekleştirmek…

İşte “Bülbül” ve “İstiklâl Marşı”, bu ölüm kalım günlerinin destan parçalarıdır. Ve o günün bir daha yaşanmaz macerasının kelâm anıtlarıdır.

SONUÇ

İstiklâl Marşımız’ın ölümsüz şairi, büyük metefekkir Âkif, çok yönlü bir millî kahramandır. Biz sadece O’nun eğitimci şahsiyeti üzerinde bir parça durmaya çalıştık.

Bize göre Âkif’in eğitimcilik yönü, diğer yönlerinden ağır basar. o, bütün eserlerinde, insanlara bir şeyler öğretmeyi hedef almıştır. İstiyordu ki insanlar, içinde yaşadıkları hayatın farkında olsunlar ve ona göre en uygun hesabı yapsınlar…

İçinde yaşadığı toplumu ve devri, bütün özellikleriyle, Âkif kadar yakından gören, gösteren ve anlatan bir mütefekkir azdır. Toplumun problemlerine gerçekçi bir yaklaşımla eğilirken, oradaki bozuklukları sadece sergilemekle kalmamış, bunları düzeltme çarelerini de gösterme yoluna gitmiştir.

Âkif’in gayesi, milletimizi, içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyandırıp, ileri ve en yüksek seviyeye eriştirmekti. Bu konudaki görüşlerini, bir bütün olarak, tıpkı bir eğitim filozofu gibi sunmaya çalışmıştır.

Âkif’in toplumda müşâhede ettiği temel nokta, her sahada dikkat çeken “geri kalma” problemidir. Sanayi, ticaret, hemen hemen hiç yok denecek seviyededir. Tarım ise, oldukça çağ dışı usullerle sürdürülmektedir. Ülke harâb ve bîtâbdır. Halk ise, acınacak bir hayat sürmektedir.

Bütün bunların sebebi cehâlettir. Bundan dolaylıdır ki, toplumda ahlâk bozukluğu ve tembellik gibi iki korkunç tehlike başgöstermiştir. Neticede halk, ümitsizlik girdabına düşmüştür. Milletin birliği bozulmuş, halkla aydınlar arasında derin uçurumlar oluşmuştur. Halk kader ve tevekkülü yanlış anlamış, din adına, bir sürü hurâfelerlere inanır hale gelmiştir.

Mütefekkir olarak kabul edilen tabaka ise, bir türlü ülkeyi hangi istikamete götüreceğini kestirememiş, âdeta bocalayıp durmaktadır.

Yarının ümidi olan gençlik, her yönden ihmâl edilmiş, doğumdan itibaren yanlış eğitimin pençesine terkedilmiştir. Başta, küçük yaştan itibaren çocukların kafaları gerçek dışı şeylerle doldurulmaktadır. Bu şartlar altında yetişen gençlik, ürkek ve korkak olmaktadır. Bu da hayatı anlamanın önünde büyük engel oluşturmaktadır. Çünkü , doğduğugünden itibaren kendisine, çalışma ve mücâdele ruhu aşılanmamış, hep ümitsizlik telkîn edilmiştir.

Ülkede yetişmiş insan sıkıntısı çekilmektedir. En küçük işler için bile, Avrupa’dan adam getirilmektedir. Müspet (deneysel) ilimler sahasında doğru dürüst bir ilim adamı göstermek zordur. Mevcutlar da taklitçi, ilmî araştırma zihniyetinden yoksun, nazariyata boğulmuş kimselerdir. Bu sahada, bazı gayretli vatanperver kişilerin de olmasına rağmen, bir türlü ilim çevresi oluşturulamamıştır. Bunun sebebi ise, başta aydınların halka tepeden bakmaları; buna mukabil halkın da her türlü yeniliğe karşı çıkmalarıdır. Aslında birinci zümrenin, yani aydınların suçu daha fazladır.

Toplumdaki ahlâka gelince, hiç tutar tarafı yoktur. Ülkenin idaresini elinde tutanlar, halkın dertlerini unutmuşlar, kendi keyif ve isteklerini ön plâna almışlardır. Bununla birlikte etraflarını dalkavuk ruhlu insanlar çevirmiş, gerçekleri göremez olmuşlardır. Kişisel menfaatler, millî menfaatlere galebe çalmış, duygusuzluk ve kıyıtsızlık sosyal hayata hâkim olmuştur. Otorite ise, bu işi hiç bilmeyenlerin elinde oyuncak hâline gelmiş, zulüm başını almış yürümüştür.

Osmanlı devleti kuvvetini yitirince, adâlet kavramı da tehlikeye düşmüştür. Yüz yıllardır koruduğumuz, beslediğimiz, kendimizden daha çok hizmet sunduğumuz, ayrılık gayrılık gözetmeden idare ettiğimiz azınlıklar, sıkılmadan, utanmadan, nimetleri teperek kadrı kıymet bilmez hale gelmişler, devleti parçalamaya yönelmişlerdir. Ordu ise, yıllardır süren harpler ve isyanlar sebebiyle iyiden iyiye yorulmuştur. Ülke de çalışma hamlesi başlayacak yerde, tembellik ve miskinlik yuvaları her tarafı sarmıştır. Millet bu şartlar altında, ma’rifetten de, fazîletten de yoksun hâle gelmiştir.

Âkif’e göre dert bellidir. O halde derman nedir? O’nun da yolu, HALKI EĞİTMEK… Ümitsizlik, tembellik, nemelâzımcılık, hurâfe, ancak böyle yenilebilir.

Tabiî ki bu yönde yapılacak çalışma, birlik ve beraberlik içinde yapılmalıdır. Öyle ki, bir alın değil; binlerce, milyonlarca alınlar birden terlemelidir…

Halk düşman olarak başta cehâleti tanımalıdır. Üç asırlık kayıp el birliği ile edilmelidir. Kur’an’ın ilim ve tekniğe karşı olmadığı her vesileyle izah edilmelidir.

Âkif bu fikirlerin yerleştirilmesi için, ilkokulların yaygınlaştırılmasının gerektiğini savunur. Millî ruh, ancak bu yolla verilebilir. O’na göre,teknonoljide Batı’ya yetişmek, bu yolla mümkün olabilir.

Âkif, sadece maddî sahada değil; manevî sahada da kalkınmayı lüzumlu görür. Özü sözü sağlam, fazîletli, merhametli, mert, dürüst,vazifeperver bir toplum oluşturmak için, bu şarttır. Bu gerçekleştirilince, zenginler lakaytlıktan kurtulacaklar, memleket ve millet meselelerine eğileceklerdir.

Topyekûn halkın eğitilmesiyle, alt ve üst tabaka arasındaki uçurum kapanacak, mütefekkirler, yol gösterici rol oynayacaklardır. Yalnız bu yol, kökümüze, özümüze uygun olmalıdır. Hiç bir zaman taklidî bir mecraya sürüklenmemelidir. Batı’nın sadece ilim ve tekniği alınmalıdır. Bu konuda prensip olarak, millî benliklerini kaybetmeden Batı medeniyetini yakalayan Japonlar göz önünde bulundurulmalıdır.

Bu atılımı yapacak olan gençlik, yani Asım’ın nesli, şu vasıfları hâizolarak yetiştirilmelidir:

Millî değerlere bağlı, yani imânlı, vatanperver, mazisini inkâr etmeyen, ahlâklı, sağlam vücutlu, ma’rifet ve fazîlet sahibi, maddî ve manevî ilimlerle mücehhez bir nesil…

Bu nesil, Avrupa’da tahsil görecek, oranın sadece teknolojisini alacak, kaybedilen ilmi yurda geri getirecek; fakat millî benliğini asla unutmayacaktır.

Bu mütevazi çalışma netcisinde, bir kere daha gördük ki, Âkif, gerçekten büyük bir eğitimcidir. O’nun hayat olarak yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığı fikirler, millet olarak bizim eğitim felsefemizi oluşturmaktadır. O’nun eserlerinde, yeni nesle vereceğimiz bütün değerler, fazlasıyla mevcuttur.

işte bu sebepten dolayıdır ki, Âkif’i Türk gençliğine en iyi şekildetanıtmak, dînini, vatanını, tarihini, bayrağını ve kültürünü seven herkes için, zarurî bir vazifedir.

BİBLİYOGRAFYA

El- ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafa, (1-2), 3. Baskı, Beyrut, 1351 H.

EDİP, Eşref, Mehmed Âkif’in Hayatı ve Eserleri, İst., 1939.

ERSOY, Mehmet Âkif, Kur’an’dan Âyetler, (Derleyen: Ömer Rıza Doğrul), İnkilâp ve AkaKitabevleri, 8. Baskı, İst., 1966.

ERSOY, Mehmet Âkif, Safahat, (Tertip Eden: Ömer Rıza Doğrul), İnkilâp ve Aka Kitabevleri, 8. Baskı, İst., 1966.

TİMURTA?, F. Kadri, Mehmet Âkif ve Cemiyetimiz, Yağmur Yayınevi, İst. 1962.

İBNU MACE, Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezîd, El-Kazvinî, Sünenu ibni Mâce, (1-2), Çağrı Yayınları, İst. 1981.

KABAKLI, Ahmet, Mehmed Âkif, Toker Yayınları, 3. Baskı, İst. 1975.

KAPLAN, Mehmet, Dil ve Kültür, Dergâh Yayınları, İst. 1998.

KUR’AN

ELİOT, T. S. Kültür Üzerine Düşünceler, Kültür Bak. Yayınları, Terceme: Sevim Kantarcıoğlu,Ank. 1981.

EDİP Eşref, Mehmed Âkif, Asarı ilmiye Kütüphanesi Neşriyatı, İst. 1939,

VAKKASOĞLU, Vehbi, Mehmed Âkif, 2. Baskı, İst. 1976.

KUTAY, Cemal, Necid Çöllerinde Mehmed Âkif, Tarih Yayınları, İst. 1963.

SEBîLÜRREŞÂD

SIRAT-I MÜSTAKîM

Et-TİRMİZÎ, Ebû İsâ Muhammed İbnu Îsâ İbni Sevre, Sünenü’t-Tirmizî, (1-5), Çağrı Yayınları, İst. 1981.