Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

KARANLIKTAKİ KÖKLER

Eskiden öyle yollar ve arabalar yokmuş… Yerine göre atlar, develer ve eşeklerle gidilirmiş uzak diyarlara… Gerçi köylerde ve kentlerde,  misafir kalınacak yerler varmış…

İşte böyle bir devirde, adamın biri, atlar atına, düşer yollara… En azından bir gece, bir gündüz gitmesi gerekir… Önünde inişler, yokuşlar, ormanlar, dağlar, vadiler,  derin akan sular vardır…

Arkadaşı falan da yoktur yanında… Bir atı, bir de kendisi… Halbuki böyle yolculuklara,  üç kişiden az çıkılmaması gerektiğini, büyüklerinden çok da duymuş… Ne yapsın!.. Mecbur kalmış!..

Daha ilk gün, şu dağ, bu dere derken, epeyce yol alır. Haliyle atı da kendisi de yorulur. Güneş de batmak üzeredir.  Yol da,  vara vara ormana dayanmıştır. Aslında niyeti, hava kararmadan orayı geçmektir… Fakat yolculuk bu!..  Hesaplar kitaplar tutmayabilir…

Ormanda yolculuk!.. Üstelik geceleyin!..  Orada, güneş batınca, yeni bir hayat başlar… Yarasalar, kurtlar, baykuşlar… Ve gecenin bütün mahlûkatı işbaşı yapar…

İster istemez içinde bir ürperti duyar…

Ya bir de, biricik  atı olmasaydı!.. O zaman, kim bilir, daha ne korkular sökün ederdi, o karanlıkların arasından!..  Ve girerdi kalbinin ta  içine!..

İkide bir, telaşla saatine bakar…  Daha sabaha çoktur… Yol, uzadıkça uzar gözünde… Gece de bir başka uzundur, o gece!.. Sanki güneş, bir daha doğmamak üzere batmıştır!..

Bir ara, ağaçların arasından bir çıtırtı duyar gibi olur. Birileri olabilir miydi acaba? Kim bilir, belki de kendisi gibi bir yolcudur!.. Belki de bir dost, bir arkadaş!.. Ya da kaçarken bacağı kırılan yaralı bir hayvan… Neler geçmez aklından, neler…Gece bu!.. Ne de olsa, yüzü soğuktur…

Derken birden, o kapkara karanlıkta, şekilsiz kafalar ve yüzler belirir. Bir iki ses verir… Fakat cevap gelmez… Ha bire yaklaşmaktadır… Üstelik büyüyerek…

Bu sefer içini büyük bir korku kaplar…  Hemen atından iner ve can havliyle pusuya yatar…  Heyecanla silahına sarılır ve bir iki derken,  bütün şarjörü boşaltır üstlerine… Hala ses yoktur… Belki de hepsi delik deşik olmuştur…

Atına atlamasıyla geriye dönmesi bir olur… Başlar mahmuzlamaya… Zavallı hayvan koşmaktan kan ter içinde kalır.

Yürü babam yürü… Sabahı ederler… Derken, gün ağarır, etraf aydınlanır… Bir suyun başında mola vermek zorunda kalırlar…

Kendine geldiğinde, bir hesap yapar… Hepten dönse mi, yoksa gündüz gözüyle o yolları tekrar geçse mi?… Ya  orada yine bekliyorlarsa?… Ormanın etrafını dolaşsa, yolu bir gün daha uzayacak… Başka gidecek yol da yoktur!.. Ya gidecek, ya gidecek!..

En sonunda, gün ışığında, tehlikeleri daha uzaktan görebileceğini düşünür… Atına atlayıp tekrar yola düşer…

Şu ağaç, bu kuş, o dere derken, korkup kaçtığı yere yaklaşır… Ne in vardır ne cin!.. Sadece, yaprakların çıkardığı hafif bir hışırtı… Ya dün gece ateş ettiği insanlar ölmüşse… En azından kan izleri olmalı!..

Biraz daha gider… Fakat gözlerine inanamaz… Karanlıkta karşısına dikilenler, yıkılan bir koca ağacın kökleri değil miymiş?.. Meğerse, boşu boşuna ateş ettiği ve korkup kaçtığı onlarmış!..

Artık, karanlıktaki köklerin, düşman görünebileceğini aklının bir köşesine yazar. Belki de, daha önce dinlediği peri masallarının vekomplo teorilerinin de bunda etkisi olabileceğini düşünür…

Haliyle bu yolculuk,  büyük bir ders olur, ona… Ve şunu bir daha unutmaz:

Aydınlık gibisi yok!..

Yorum Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir