Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

Din ve Dindar Üzerindeki Psikolojik Baskıların Din Eğitimi Üzerindeki Etkileri

Din insanın temel duygularından birisidir. İnsan, hangi boyutta neye inanırsa inansın, şu temel sorular onun zihnini devamlı meşgul etmektedir:

     —Nereden geldim?

     —Hayatın anlamı nedir?

     —Görevim nedir?

     —Sonum ne olacak?

      Bu sorular ister istemez insanı, yaratıcı, yaratılış, ibâdet, hayat, kader, ölüm, diriliş, vazife vb. konular üzerinde düşünmeye ve buna dayalı olarak da çeşitli faaliyetlere sevk etmektedir.

     Bu çerçeveden bakıldığında, yeryüzündeki medeniyetlerin tamamına yakınının, nerdeyse bir din medeniyeti olduğu görülmektedir. Nitekim arkeolojik kazılar sonucu çıkarılan eserler de, bu iddiamızı doğrular mahiyettedir. Yarışların, harplerin, barışların, ittifakların ve antlaşmaların bir çoğunda, yine dinin etkisi açıkça görülmektedir.

     Bizim geleneksel kültürümüz de, esas itibariyle bir din kültürüdür. Sanatımız, dilimiz, ahlâkımız, duygu ve düşüncelerimiz, günlük ilişki ve  davranışlarımızda bunun sonuç ve etkilerini yaşamaktayız. [1]

     Şayet bu kültürden, bir gaflet ve cehâlet eseri olarak, din çıkarılmaya çalışılırsa, ne söz kalır ortada ne saz!.. Meselâ, vatan, millet, bayrak ve namus uğrundaki mücadele ruhunun kaynağı, “şehitlik ve gazilik” inancıdır. Bu inanç, şüphesiz İslâm dininden gelmektedir. Şimdi soralım:

     Hangi sağduyu sahibi kişi, bu inancı kafalardan silmeyi düşünebilir?  Var olma ve bağımsız yaşama kavgamızın, bu iki en önemli iksirini, kim hafife alabilir?

     Ne var ki, insanlık tarihine göz attığımızda, şu acı gerçekle karşılaşırız:

     Bütün dinler ve o dine inananlar, doğru ya da yanlış oluşlarına bakılmaksızın, çıktıkları toplumun belirli kesimleri tarafından hafife alınmışlar ve düşman ilan edilmişlerdir. Bunun tabiî ki pek çok sebepleri vardır. Sonuçları da aynı şekilde, farklılık arz etmektedir. [2]

     Bir fikrin kötülenmesi, ender de olsa, o fikre taraftar olarak bilinenleri şâibe altında bırakır. İlk anda, eğitilmemiş bir akıl, bu yönde bir sonuca varabilir. Faraza, bir düşünce ve inanç kötü olursa, onun taraftarı olanlar da kötüdür… Bazen de aksi yönde bilgi üretilir. O zaman taraftarlarının durumuna bakılmak suretiyle, bir düşünce ve inanç hakkında yoruma gidilmiş olur. [3]Yani, insanlar kötü ise, bunların inandıklarını söyledikleri inançlar ve fikirler de kötüdür!..

     Eğer, bu iki yönlü akıl yürütmeye konu olan fikir ve düşünce “din” olursa, objektif düşünme biraz daha zorlaşır. Çünkü işin içine hissiyât girebilir. Bu konuda doğru düşünmek için, öncelikle peşin hükümlülükten kurtulmak gerekir. Bunun için de, hem “sebep-sonuç” hem de “sonuç-sebep” ilişkisi iyi kavranmalıdır. Aşağıdaki olay, konunun önemini kavramak için çarpıcı bir misâl teşkil etmektedir:

     M.Âkif’e, Avrupa dönüşünde, oralarda ne gördüğü sorulur. O da, “İşleri dinimiz, dinleri de işlerimiz gibi.” diye cevap verir. Demek ister ki, onlarda da bizde de bir terslik var.

     Ne demek ister Âkif?

     Onların dinlerine, fazlasıyla hurâfeler karışmış… Yani, bozulmuş… Ama iş ahlâklarına diyecek yoktur.  Bizim ise, dinimiz sağlamdır; iş ahlâkımız ise  bozuktur!..

     Görüldüğü gibi Âkif, sebebe ya da sonuca bakarak hemen kararını vermez. İlişkileri değerlendirirken meseleye çok yönlü olarak bakar, doğru görmeye çalışır.

     Şayet bir dini, ya da müntesiplerini değerlendirirken, olaylara ve olgulara bu şekilde bakılmazsa ne olur? Hele de konuya tarafgîr bir gözle yaklaşılırsa?.. Sırf kötüleme amacı güdülürse?…

     Her şeyden önce bir dinin, ya da müntesibinin ön yargılarla değerlendirilip kötülenmesi, özel anlamda o dini de dindarı da psikolojik bir baskı altına almak demektir. Böyle bir yaklaşımdan, genel anlamda bütün dinler ve dindarlar da zarar görür. [4] Üstelik bu zarar, söz konusu olan din ve dindarla da sınırlı kalmaz. Hiçbir engel tanımadan bütün alanlara yayılır. Neticede bu tip genellemeci yaklaşımlar, büyük bir düşünme buhranına yol açar…

     Eğitim açısından bakıldığında, bu anlayış, belki de en hassas alanı oluşturmaktadır. Çünkü taraftarları suçlanan, aşağılanan ve baskı altına alınan bir dinin eğitimini yapmak, son derece zordur. Çeşitli kademelerde din eğitimciliğini meslek olarak seçecek ve seçmiş olanlar açısından meseleye bakılacak olursa, işin vahameti bir kat daha artmaktadır.

     Dinin ve dindarın baskı altına alınması pek çok yollarla yapılmaktadır. Bu konuda deyimler ve atasözleri dahi uydurulmuştur. [5] Çok insafsızca hikâyeler ve romanlar yazılmış, filmler çevrilmiş, resimler yapılmış ve karikatürler çizilmiştir. Hala da bu devam etmektedir…

     Bütün bu olumsuz şartlar altında din eğitimi nasıl yapılacaktır?

     Bu sorunun cevabını sağlıklı bir şekilde verebilmek için, din ve dindar üzerindeki psikolojik baskının boyutlarını, hiç olmazsa genel hatlarıyla ele almak gerekir. Konu üzerinde, ancak bundan sonra doğru sorular sorulabilir.

     Bize göre bu baskılar, iki uç nokta tarafından yapılmaktadır. Bunlardan birisi dıştan, diğeri ise tendir. Aktüaliteyi de dikkate alarak, bunları, aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz…

     A. Dini “İrtica” İle Bir Tutan Anlayış

     Ülke gündeminin en önemli meselelerinden birisi, şüphesiz “din ve din eğitimi” meselesidir. Bize öyle geliyor ki, bu mesele halledilmeden, ülkenin hiçbir meselesini halletmek mümkün değildir. Ne var ki, bu mesele ele alınırken genellikle, bir “irtica” tehlikesine ısrarla dikkat çekilmektedir.

     Din ve irtica?

     Bu iki kavram, medyada ve halkın kafasında, nerdeyse birbiriyle eşleştirilerek anılmaktadır. Öyle ki, bilen de bilmeyen de bu konuda fikir beyan etmektedir. Belki de bilmeyenler daha cesaretli konuşmaktır…

     Her nerede ve hangi zamanda olursa olsun, bütün dinlerin ortak amacı, insanlara iyi ahlâkı tavsiye etmektir. Peygamberler de bunu anlatmak ve bu konuda iyi örnekler oluşturmak için gelmişlerdir. Ama gelin görünüz ki bir kısım medya ve çevreler, din konusunu, irticayı çağrıştıracak şekilde gündeme getirmektedir. [6]

     Bazı kişi ve kuruluşların bakış açıları da, bunlara rahmet okutturacak niteliktedir. Ne gariptir ki, adı “barış” olan İslâm, dünya gündeminde de “barbarlık ve terör”le özdeş olarak gündeme getirilmeye çalışılmaktadır.

     Bu konuda anahtar kelime“irtica” olduğuna göre, ilk etapta buna bir açıklık getirmek gerekir.

     Arapça bir kelime olan “irtica”, geri dönme, eskiyi isteme ve geçmişe aşırı istek duyma anlamlarına gelmektedir. [7] Dilimizde bu kelimenin karşılığı “gericilik”tir.

     İrtica reaksiyoner bir davranış tarzıdır. Psikolojik temeli de insandaki “alışma duygusu”dur. Bu sebepten dolayı insan ve insan toplulukları, inançlarını ve yaşama tarzlarını kolay kolay değiştirmek istemezler. Bunu muhafaza etmek için, dışardan gelecek her türlü değiştirme hareketlerine karşı da olanca güçleriyle direnirler.

     Diğer taraftan “irtica” izâfî (göreceli) bir kavramdır. Onun için,değişimlere karşı çıkmak, mutlak anlamda zararlı bir düşünce ve davranış tarzı olarak kabul edilemez. Her yeni iyi, her eski de kötü demek değildir. Ne var ki gelişen ve değişen dünyada, “eski” kelimesine karşı tepki gösterilmesi, psikolojik bir gerçektir. Yalnız bu düşüncenin, tehlikeli boyutlara ulaşmasına fırsat verilmemelidir.

     Problem daha çok, ‘irtica’ kelimesinin, bu psikolojik ve sosyolojik çerçevenin dışına taşırılmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle gücü ele geçirmek isteyen muhaliflerin, birbirlerini suçlarken, bu kelimeyi bir silah olarak birbirlerine çevirmeleri, büyük bir kavram kargaşasına yol açmaktadır. Öyle zamanlar olmuştur ki, kimin ilerici, kimin gerici olduğu birbirine karışmıştır. Neticede bu kargaşanın sebep olduğu arbedede, en çok hırpalanan da din ve dindar olmuştur.

     Bugün irtica kavramı o hale getirilmiştir ki, rast gele birisine, “Size göre ülkede irtica var mı?” diye sorsanız, ilk anda aklına din ve dînî faaliyetler gelmektedir. Nerdeyse yüz elli yıldan beri süre gelen bu çarpık anlayış, milletin kendi değerlerine yabancılaşmasına yol açmıştır. Görünüşte din ve dindara karşı yapılan bu yersiz suçlamalar, aslında bu milleti ayakta tutan yüce değerlere yapılmaktadır. Onun için Ziya Paşa, (1825–1880) bu bozuk zihniyete, şöyle bir eleştiri yöneltir:

     İslâm imiş Devlete pâ-bend-i terakkî.

     Evvel yoğ idi, işbu rivâyet yeni çıkdı. [8]

     İlimde ve teknikte ileri gitmek, zenginleşmek, kalkınmak ve yükselmek, yüce bir değerdir. [9] Buna kim karşı çıkabilir? [10] Şayet birileri, bu değerlere karşı çıkarsa, büyük tepki görür ve toplumun nefretini kazanır.  Çünkü kamu vicdanı ve aklı, bu istikamette çalışır. Onun için, muhaliflerini susturmak isteyenler, kendilerini bu değerlerin yanında; rakiplerini de, bütünüylekarşısında göstermeye çalışmaktadır. Eğer insanlar, böyle bir kargaşa ortamında, söylenene değil de, söyleyene bakıp karar verirse, büyük değer sapmaları ortaya çıkar. [11] Böyle durumlarda pireye kızıp yorgan yakanlar, karanlığa küfredenler, dağa küsenler, bağcı dövmeye kalkanlar çok olur…

     İşte bunun içindir ki, toplumsal tepkiden korkup dine doğrudan doğruya karşı çıkamaya cesaret edemeyenler, dinîn ilerlemeye engel olduğu fikrini işleyerek emellerine ulaşmaya çalışmaktadır… Bunu ispat için de, daha çokMüslümanların geri kalışlarını misâl olarak gösterirler. Buna karşılık, “Müslümanların geri kalış sebebi, dinlerinden değil, kendi tembelliklerindendir” denilse de, ilk anda fazla inandırıcı gelmemektedir. Yani böyle bir mantıkla insanları ikna etmek çok zordur. “Eğer din çalışmaya teşvik ediyorsa, niçin çalışmıyorsunuz?” diyorlar. Bunda, biraz olsun, haklılık payı vardır. Çünkü İslâm’ la Müslümanlık özdeşleştirilmektedir.

     Böyle bir anlayış, içinden çıkılmaz soruların oluşmasına yol açmakta ve dindar zümreler üzerinde baskı oluşturmaktadır. İşte bu tip sorulara birkaç örnek:

      Müntesiplerini ve taraftarlarını geri bırakan bir dine ve fikre kim bağlanmak ister?

     Böyle bir dinin eğitimini ve öğretimini nasıl yaparsınız?

     Toplumu geri bıraktığı söylenen bir dini, halka anlatma cesaretini kim gösterebilir?

     B. Geleneksel Din Anlayışı

     Din’in, gerek kelime ve gerekse ıstılah itibariyle birçok anlamları vardır. Bu anlamların hepsini bir araya getirdiğimizde dini, “İnananları Allah’a(Yaratıcıya) ulaştıran ve sonsuz hayata hazırlayan bir yol” olarak düşünebiliriz.

     Şüphesiz bu yolu ortaya koyan, Allah’tır. Dolayısıyla din, beşerin bir ürünü değildir. Olamaz da… [12] Onun için Kur’an, çeşitli vesilelerle, din’in sadece Allah’a ait oluşu üzerinde ısrarla durur. [13]

     Hal böyle iken, insanlar, Allah tarafından gönderilen dine,  zamanla kendi kafalarından da bir şeyler katmışlardır. Bunda iyi niyet de kötü niyet de olabilir.Önemli olan, beşerin dine müdahale edip etmeyişidir. İşte bu yanlışlığı düzeltmek üzere, ara sıra peygamberler gönderilmiştir. Onların görevleri, bu yola (sırat-ı müstakîme) dökülen molozları kaldırmaktır.

     Hz. Âdem’i bir ölçüde istisna kabul edecek olursak, hiçbir peygamber, karşısında, hayat seyri sıfır kilometre olan insanlar bulmamıştır. Geldikleri toplumun bir tarihi, coğrafyası, kültürü, inançları ve gelenekleri vardır.

     Hz. Peygamber’in yetiştiği ve tebliğ görevini yürüttüğü toplum ise, oldukça enteresan bir geleneksel yapı sergilemektedir. [14] Ama O, genellemeci bir zihniyetle, toplumun her şeyine cephe almamıştır. Yanlış gördüklerini düzeltirken de tedrîcî bir yol izlemiştir. Kamu yararına gördüğü faaliyetleri de aktif bir şekilde desteklemiştir. Çünkü Hz. Peygamber, bir iş yaparken, öncelikle, onun doğru oluşuna bakmaktadır. Gerçeklerin kimin tarafından söylendiği ve hayata geçirildiği, o kadar önemli değildir.[15] Öyle sanıyoruz ki, farklı düşüncelere sahip olan kişi ve toplumlar arasında kurulması istenen sağlıklı diyaloglar, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Nitekim daha gençlik yıllarında, zulme uğrayanların hakkını almak üzere kurulan “hilfu’l-fudûl” cemiyetinde (sivil toplum kuruluşunda) gönüllü olarak görev yapması, bunu açıkça göstermektedir. [16]

     Hz. Peygamber, vahiy almaya başladıktan sonra da aynı tutumunu sürdürmüştür. [17] Yalnız bu geleneksel yapıdan (kültürden) tercihler yaparken, vahye (Kur’an) ters düşmemesine dikkat etmiştir. O bu konuda, o derece titizlik göstermektedir ki, kendi sözleriyle Kur’an’ın karıştırılması endişesini taşıyarak çok ciddî uyarılarda bulunmuştur. [18] Bu sebepten, -birkaç kişi hariç- sözlerinin yazılmasına müsaade bile etmemiştir. Bütün endişesi, Allah’ın dînine beşer elinin deymemesidir…

     Ne var ki kendisinden sonra, çeşitli çevreler, Allah’ın dinine müdahale etmiştir. Bu müdahale, tarihte diğer dinlerin başına geldiği gibi, “artırma ya daeksiltme” şeklinde olmuştur. Yalnız insan, tabiatı itibariyle ilâveleri hem dahaçekici bulmakta, hem de bir ihtiyât olarak görmektedir. Bunu, “Fazla mal göz çıkarmaz.” anlayışı çerçevesinde değerlendirmek de mümkündür.

     İslâmî anlayışa yapılan ilâvelerin kaynağı İsrailiyât, Hristiyanlık, Sasanî, Hint ve Eski Yunan kültürüdür. Türkler Müslüman olunca, bu kültüre biraz da Şamanizm katmışlardır. Bu karışım, tarihî seyir içinde, “geleneksel bir din anlayışı”nın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. [19] Bu din anlayışı zamanla toplumun her kesimine yayılmış, yer yer kendi kurumlarını da oluşturmuştur.

     İşte, içinde yaşadığımız toplum daha çok bu dînî kültürün etkisi ve baskısı altındadır. Öyle ki bu anlayış, dine ve dînin bazı unsurlarına karşı çıkan anlayıştan çok daha güçlü bir baskı oluşturmaktadır. Hatta lâiklik vb. görüşleri savunan kişi ve çevreler de bu kültürün baskısına maruzdur.

      Geleneksel anlayış, dinin asıl referansı olan Kur’an’a ve onun yetiştirdiği örnek modele [20] dayandığını iddia ederek, kendisine karşı çıkanlara, çok acımasız tepki göstermektedir. Öyle ki bazen, toplumdaki güç odaklarını da arkasına alarak, pek çok masum kişiye zulmetmekten çekinmemektedir. Sırf bu yüzden, tarihte pek çok buhranlar çıkmış, kanlar akmıştır. Üstelik bunlar yapılırken, kitabına uydurma işi de ihmal edilmemiştir. Bilhassa tevilcilik, [21] bu alanda en büyük rolü oynamıştır.

     Şu gerçeği de ifade etmekte yarar olduğu kanaatindeyiz:

     Dine ve din eğitimine, lâiklik adına karşı çıkanların müdahaleleri, sadece dünya hayatı ile sınırlıdır. Ama bir kısım geleneksel anlayış, inanan kişilerinsonsuz olarak kabul ettikleri âhiret hayatını da tehdit altına almaktadır.

     Peki, bu işi nasıl yapmaktadır? Bu anlayışın elinde pek çok vasıtalar vardır. En başta bid’atler ve hurâfeler vardır. Rüyalara girip korkutmalar vardır… Dünyanın idaresini elinde tutan güçlü kişiler vardır… Mezarlarından kaldırılıp savaş meydanlarına sürülen şehitler vardır… Bunun gibi daha nice silahlar… Eğer bunları kabul etmezseniz, hem aşağılanırsınız, hem de öbür dünyanızı tehlikeye atmış olursunuz (!)

     Ne yazık ki, insanların pek çoğunun bu gibi akıl ve mantık dışı abartılı ifadelere karşı, aşırı derecede zaafı vardır… Halbuki bunları kabul etmek için, çoğu kere, aklı da fikri de bir tarafa bırakmak gerekir.

     Sonuç ve Öneriler

     Dini kamu alanının dışında tutmak isteyen zihniyet maddî, geleneksel dînî anlayış ise, manevî yönden din ve dindâr üzerine baskı uygulamaktadır. Bu iki tarafın etkisiyle insanlar, sürekli (uykudayken bile) takip altında oldukları hissine kapılmaktadır. Bu da takiyyeye (korkudan dolayı boyun eğilmesine) yol açmaktadır. Ne adına olursa olsun, takiyyenin olduğu yerde, ne sağlıklı din anlayışı olur, ne de sağlıklı din eğitimi… Anayasaya zorunlu ders olarak koysanız da, eğitim kurumlarının her kademesinde, -örgün ve yaygın eğitim dahil- yoğun din eğitimi verseniz de, insanları bu takiyyeden kurtaracak eğitim anlayışını yerleştirmedikçe, bu alanda hiçbir problemin çözülmesi mümkün değildir.

     Bundan kurtulmak için ne yapılabilir?

     1. Din konusunda toplumun sağlıklı bilgilendirilmesi gerekir. Özellikle dinin referansının ne olduğu konusunda bir ittifak oluşmalıdır. Bu bilgilendirme işi, kendisini dindar olarak takdim edenler için de, etmeyenler için de geçerlidir. Çünkü hepimiz bir gemide gidiyoruz.

     2. Farklı statü ve inanca sahip olan kişilerin birbirlerini suçlamaları ve tehdit olarak algılamaları, diyalogsuzluktan kaynaklanmaktadır. Bu konuda son derece ciddî çalışmalara ihtiyaç vardır.

     3. Kendisini dindar olarak kabul eden ve takdim edenler, her yönden iyi örnekler oluşturmalıdır.

     4. Bazı kişiler, çalışma hayatlarında dinî pratikleri  (ritüel) yerine getirirken, bunu bir gizlilik içersinde yapmaya zorlanmaktadır. En azından meseleye, “insan hakları” çerçevesinde bakılarak bir çözüm yolu aranmalıdır.

     5. İrtica, lâiklik vb. kavramların, herkesin anlayacağı şekilde, mutlaka yazılı tariflerinin yapılması gerekir. Özellikle kavram kargaşasına boğulmuş bir toplumda buna acil ihtiyaç vardır.

     6. Mütedeyyin kişiler ikinci sınıf vatandaş olarak görülmemelidir.

     7. Din hiçbir zaman, fakir tabakanın fantezisi ya da sığınağı olarak görülüp aşağılanma sebebi olmamalıdır.

     8. Dinin siyasete âlet edilmesi meselesi, hep gündemde tutulmaktadır. İyi bilinmelidir ki, din ve dindar üzerinde kurulan en büyük baskı, buradan kaynaklanmaktadır.

     Kim âlet etti, kim etmedi?

     Niçin etti, nasıl etti? 

     Ne var ki bu konuda şikâyetçi olanlar, en umulmadık zamanlarda, bu suçu işlemekten geri durmamaktadır… Özellikle de, insanların bir “oy” değerine indirildiği demokrasi anlayışlarında…

     9. Ülkenin gerekli kalkınmayı sağlayamayışından, din ve dindar sorumlu tutulmamalıdır. İyi bilinmelidir ki, toplum birleşik kaplar gibidir. Bir kesim ileri bir kesim geri olmaz… Yükselme de, duraklama da, gerileme de, her kesimde bir olur… Eğer toplumda kaliteli dindâr yoksa, kaliteli ateist de bulamazsınız. Şayet toplum, kaliteli insan yetiştirme konusunda hemfikir olursa, diğer şikâyetlerin çoğu kendiliğinden yok olur.

     10. Bazı çevreler “aydın din adamı” istemektedir. Bu konuda ne istendiği pek açık değildir. Bazı kişilerin ifadelerine bakılırsa, korkutmayan, cehennem yolunu kapalı tutan, hep cennet tarafına mecburi istikamet veren, dini zamana uyduran bir tip gündeme getirilmektedir. Eğer bu istek, dînî tahsil yapan kişilerin, her kesimin dînî ihtiyaçlarını karşılayacak bir seviyede yetiştirilmesi istikametinde ise, o zaman bir sorumuz var: Bu kumaştan böyle bir elbise… “Aydın din adamı”nın gerçekten ıstırabı duyuluyorsa, bu yönde ciddî adımlar atılmalıdır. En az tıp fakülteleri ciddiyetinde meseleye el atılmalıdır. Şu söz ne kadar yerindedir: “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder!..” Demek istiyoruz ki, “Karanlığa küfretme yerine bir mum yak!..”

     11. Bir kısım medya ve sözde bilim çevreleri, sırf şöhret, reyting ve tiraj uğruna, “Şerîatı getirecekler!..” diyerek, yalan yanlış bir yığın safsata ile, milletin zaten karışık olan kafasını, daha da bozmaktadır. Bundan maksat,irticayı gündemde tutmaktır. Bu durum, gerçekten çok ürkütücüdür. Halbuki bu çevrelerin asıl vazifesi, topluma rehberlik etmek ve çözüm üretmektir.

     Aynı şekilde, hurâfe ve bid’atları, dinin bir parçası olarak takdim eden medya kuruluşları da en az birinciler kadar, hatta daha fazla, din eğitimine zarar vermektedir.

[1] Bak. Ahmet Arslan, İslam, Demokrasi ve Türkiye, Vadi Yayınları, Ankara, 1999, s, 279.

[2] Kur’an, “Allah’a kulluk edin; O’ndan başka bir ilâhınız daha yoktur. Gerçekten ben üzerinize büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum” diyen Nuh’a karşı, halkının ileri gelenlerinin şu cevabı verdiğini bildirir: “Doğrusu biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!…” (Araf, 7/59-60.)

 Aynı şekilde Ad toplumuna giden Hud da benzer uyarıyı yapmıştı. Yine bir grup kendisini “beyinsizlik ve yalancılık” la itham etmişti. (Araf, 7/65-66)Lut da kendi halkını, daha önce hiçbir topluluğun yapmadığı bir taşkınlık ve çirkinlik  (homoseksüelik) yaptıkları için uyarır. Ve câhil (bilinçsiz) bir topluluk olduklarını söyler. Bu uyarıya tepki gösteren halkı, “Sürün dışarı bu temiz (!) herifleri… diyerek hem hakaret hem de alay eder. (Araf, 7/80-82; Neml, 27/54-56)

Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Peygamber de aynı tip tepkilerden nasibini alır. O’na da, birbirlerine miras olarak bıraktıkları bir düşünce kalıbı çerçevesinde suçlama yöneltirler. Âdeta, kendi tecrübelerini yalanlarcasına, “deli ve sihirbaz” derler. (Zariyat, 51/50-53)

[3] Bu tip bir akıl yürütmede hata ihtimalini daima göz önünde bulundurmak gerekir. Meselâ yerinıslak oluşuna bakarak, ilk anda yağmurun yağdığına hükmedilebilir. Fakat birisi sulama yapmış da olabilir. Gözümüz de yanılmış olabilir… Birisinin aşırı telkini dolayısıyla ıslak da zannedebiliriz.
[4] Büyük eğitimci Salzman (1744 – 1811), Negatif (olumsuz) eğitime örnek olarak,“Çocukları dinden soğutma ve hissiz yapma çareleri” ile ilgili üç temel noktaya dikkat çeker. Bunlar şunlardır: 1.Onları evvelâ Büyük Tanrı’dan çok korkutarak soğutunuz, göreceksiniz ki dinsiz olacaklardır. 2.Onlara dinlerini zorlayarak ve onlara işkence ederek öğretmeye çalış, göreceksin ki, çocuk dinsiz olacaktır. 3.Onlara din dersleri verenleri alaya alıp onlardan nefret edersen, bu nefretini de açıkça gösterirsen,  yine bu netice (dinden soğutma ve hissiz yapma) hâsıl olur. Bak: Chr. G. Salzman, Çocuklarınızı Fena Terbiye Ediyorsunuz, Türkiye Yayınevi, Çev. M. Cahit Gündoğdu, 6. Baskı, İst. 1973, s, 64-66.
[5] Halk arasında söylenen şu söz çok dikkat çekicidir: Hocanın dediğini tut; gittiği yola gitme!.. İlk anda akla gelen değerlendirme şöyledir: Hoca dediklerini kendisi yapmaz… Ama başkalarına anlatır. O, ele verir talkını, kendi yutar salkımı!.. Pedagojik açıdan böyle bir hoca tasviri, son derece yanlıştır. Mesele değişik açılardan da bakılabilir… Şöyle ki: Hoca işin inceliklerini bildiğinden, ince eleyip sık dokuyabilir. Ama insanlara tavsiyesi ise, kişilerin seviyesine göredir. Eğer insanlar, hocanın yaptıklarını yapmaya kalkışırlarsa, ağır bir yükün altına girmiş olabilir. Bu da onlara bıkkınlık getirebilir. En sağlıklı yol, onun dedikleriyle yetinmektir.
[6] Bazı çevreler, dînî meseleleri, aşağıdaki kavramları çağrıştıracak şekilde gündeme getirmektedir:“Dinci basın, dinci gazete, dinci kitaplar, dinci köşe yazıları ve yazarları, brifingler, irtica dosyaları, yeşil sermaye, köktendincilik, lâiklik, devrim, Kemalizm, Atatürkçülük, devlet, millet, kamu düzeni, türban, siyasal İslâm, çağdaşlık, samîmî müslüman, Türk Müslümanlığı, Türk İslâmı, ılımlı İslâm, Arabın adamı olmak, din istismarı, din projesi, çöl kanunu, şerîat, mezhepçilik, tarîkatçılık, Alevîlik, Bektaşîlik, Şiîlik, tarîkat okulları, geri kafalılık, yobazlık, softa, molla, ortaçağ karanlığı, aydınlık, Hizbullah, Humeynicilik, Cezayir, ticânîlik, Menemen, Kubilay, yeşil sermaye, hilâfeti getirme,  şucu bucu…” Bu kelime ve kavramların sayısını, daha da artırmak mümkündür. Biz dikkat çekmek için, sadece ilk anda göze çarpanları yazmaya çalıştık.
[7] “İrtica”, “R.C.A=rücu’” kökünden gelmektedir. “Mürteci” kelimesi de aynı kökten türetilmiş bir sıfattır. Kültür tarihimiz içinde “mürteci” şu anlamlarda kullanılmıştır: 1.İrtica eden, geri dönen. 2.Hz. Peygamber dönemi ve hemen sonraki yıllarda, İslâm’a karşı çıkarak, Müslüman olmadan önceki dönemlerine (câhiliyye ) dönmek isteyenlere “mürteci” denilmiştir. 3. On dokuzuncu yüz yılda, mevcut düşünce ve anlayışa karşı çıkanlar, “mürteci” damgası yemiştir..  4. Yeniliklere karşı çıkanlar, mürteci sayılmıştır…
[8] Ziya Paaşa, Terci-i Bend Terkîb-i Bend, Hazırlayan: Hüseyin Yorulmaz, İst.1992,s,121. Beytin anlamı şöyledir: Devletin ilerlemesine ayak bağı olan İslâm imiş!… Eskiden böyle bir şey yoktu. Bu tip dedikodular ve rivâyetler yeni çıktı!..
[9] İnsanlar saptırılırken genellikle toplumun kabul ettiği ve inandığı “yüce değerler” kullanılır. Din, devlet, bayrak, vatan, millet, hürriyet, eşitlik, adâlet, insan hakları, insana ve çevreye saygı, kurtarıcılık, şeref, namus vb. birer yüce değerdir. İnsanlar kendi haklılıklarını ve doğru yolda olduklarını ispat ederken, genellikle bu  “yüce değerler”e arkasını dayamaktadır. Nitekim Şeytan Hz. Âdem ve Havva’yı yasak ağaçtan yemeye ikna etmek için yüce değerleri kullanmıştır. Bunlar, Allah adına yemin etmek, melek olmak ve ebedî yaşamaktır. (Bak. Araf, 7/11-21; Taha, 20/120.)
[10] Teknolojinin ve zenginliğin, insanın hayrına kullanılması gerekir. Ama bu imkânları, insanları daha çok köleleştirmek ve sömürmek için kullananlar, kendilerine karşı çıkanları, geçerli olan her türlüküçültücü ifadelere baş vurarak saf dışı bırakmaya çalışmaktadır. Tek amaçları, karşı çıkanları susturmaktır. Şu, ya da bu şekilde… Her yol, bunlar için mubahtır…
[11] Toplumda dindar kesimler, güç sahibi  olma açısından, genellikle, zayıf kesimlerdir. Otoriteyi elinde tutan ve bunun devam etmesini isteyenler ise, halkı, inançları ve sahip olduğu kültürel değerleri suçlayarak susturmak istemektedir. Bir tarafta rızkın ve nimetin sahibi olan kesim, diğer tarafta da, bunlara, her türlü şartlarda boyun eğmesi istenen bir kesim!..  Hele bir de, karşı çıkışlar, vatan hainliği suçlamasıyla yorumlanırsa?… İşte o zaman, seyreyle gümbürtüyü!..
[12] Yaratıcı’yı hesaba katmayan dinlere, mecazî anlamda “din” ismi verilmiştir. Çünkü onların hepsi, gerçek dinin bozulmasıyla ortaya çıkmıştır. “Sizin dininiz size; benim dinim bana” âyetinde (Kafirûn, 109/6.) geçen “sizin dininiz” ifadesi, aslında, “sizin din diye kabullendiğiniz” anlamına gelmektedir.
[13] Zümer, 39/2,3; Beyyine, 98/5.
[14] Hz. Muhammed’in peygamberlik yaptığı toplumda kabile psikolojisi hâkimdir. Bu toplumun temel özelliği şudur: 1.Ferdî sorumluluk yerine kabile sorumluluğu vardır. Eğer kabilesi savaş ederse savaşır, barış yaparsa barışır. Âdeta şahsiyetler kabîle içinde eritilmiş durumdadır. 2. Bir kabile diğer kabileyi tehdit olarak algılar. Kabile reisinin kendi üyelerini ayakta tutması, bir bakıma bu tehdit algılamasına bağlıdır. Bu sebepten, düşmanı olmayan bir kabile düşünülemez. 3.Bu toplumun garipsenecek bir yönü ise, insanı yüceltici değerlerle alçaltıcı değerlerin iç içe olmasıdır. Bir yönüyle ileri derecede cömert ve misafirperver; diğer yönüyle de kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar gaddar bir karakter… Helvadan put yapıp tapan, daha sonra acıktığında da yiyen bir zihin yapısı…Daha bunlar gibi pek çok örnekler vermek mümkündür.
[15] Bu konuda Hz. Peygamber’in şu sözü çok anlamlıdır: Sizi doğru yola ileten, burnu kesik bir köle bile olsa, ona itaat ediniz.
[16] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Ter: Salih Tuğ, 4. Baskı, İrfan Yayınevi, s,56.
[17] Bak: Müslim, Fedâil, 168.
[18] Bak: Müslim, Zühd, 72. Bu sözlerinde Hz. Peygamber şu ikazı yapar: “Bana ait olan bir sözü sakın yazmayın. Her kim, Kur’an dışında benden bir şey yazarsa, onu derhal imha etsin. Benden bahsedebilirsiniz. Bunda bir mahzur yok. Fakat kim kasıtlı olarak benim söylemediklerimi anlatırsa, cehennemdeki yerini hazırlasın!…”
[19] Gelenek, bir toplulukta, nesilden nesile aktarılarak gelen, bu özelliğinden dolayı da saygı duyulan ve yaşatılan bilgi, davranış, inanç şekilleri ve kültür değerleridir. Bu değerler içersinde dînî unsurlar olduğu gibi, din dışı unsurlar da vardır. Gelenekte daha çok sözlü iletişim vasıtaları kullanılmaktadır.
[20] Kur’an model olarak Hz. Peygamber’i göstermiştir.

[21] Tevil, bir söz veya davranışa, bilinen anlamından başka bir anlam verme, başka bir mana ile yorum getirmedir. Diğer taraftan, Kur’an ve kutsal metinlerin, kelimelerin farklı anlamlarına dayanılarak, farklı şekilde yorumlanmasıdır. Onun için tevilde, her zaman isabetli görüşe ulaşmak mümkün değildir.

Yorum Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir