Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK

GLOBALLEŞME VE DİN EĞİTİMİ

Globalleşme nedir?

 

Globalleşme, günümüzde moda bir kavram” Bu konuda çok sayıda kitaplar, makaleler, konferanslar, tebliğler, sempozyumlar, uluslararası ve ulusal düzeyde toplantılardan söz edilebilir.

 

Bazılarına göre globalleşme, modernitenin[1] sonucunda ortaya çıkmış bir süreçtir.[2] Dolayısıyla sanayinin gelişmesi, şirketlerin ve sermayelerin sınır ötesine kayışı, değişim ve dönüşümlerin hız kazanması ile ortaya çıkmıştır”[3]

 

“Globalleşme, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yerleşmiş yargıların ve kurumsal yapıların, ülkelerin sınırlarını aşarak dünyaya yayılması ve böyle bir boyutta kabul görerek ilgili alanlarda tüm dünyaca benimsenen normların ortaya çıkma sürecidir.” diye tarif edenler var.[4]

 

“Globalleşme, dünyada birçok ekonomik, finansal, politik, ulusal güvenlik, çevresel, sosyal, kültürel ve ulusal eyaletler arası teknolojik bağlantılar, piyasalar ve bireyler yoluyla kıtalararası mesafeleri birbirine bağlayan bir ağdır.”diyenler var.[5]

 

Bazılarına göre globalleşme, 16. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ve çeşitli aşamalar geçirerek günümüze ulaşan kapitalist Batı dünya sisteminin, dünyayı egemenliği altına alma yolunda geldiği yeni bir aşamadır.[6] Bu açıdan bakılığında, dünya kapitalizminin kaçınılmaz bir gereği olarak görülmektedir.[7]

 

Globalleşmeyi kaçınılmaz ve karşı konulamaz bir süreç olarak görenler var.[8]Hatta “Acaba globalleşelim mi?” diye soru sormanın saçma olduğunu iddia edenler var.[9]

 

Globalleşmeye taraftar olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da var. Her iki tarafın da kendilerine göre bir bakış açısı geliştirdikleri görülmektedir. Bunlar daha çok meseleyi, fayda ve zarar noktasından eleştiriye tabi tutmaktadır. Savunanlar, elbette ki globalleşmeden, çeşitli açılardan menfaat sağlayanlardır. Taraftar olmayanlar da, ister istemez, bu süreçten zarar görenlerdir.

 

Globalleşmenin psikolojik temeli, insanın aç gözlü, hırslı, yağmacı ve yayılmacı bir ruha sahip olmasıdır. Onun için, her devirde insan, çeşitli vesilelerle bu duygularını alabildiğine tatmin etme yollarını aramış; bir engelle karşılaşınca da kavga ve savaşa tutuşmaktan çekinmemiştir. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur.

 

Öte yandan, olumlu duygu ve düşüncelerle globalleşme girişiminde bulunmak da mümkündür. Meselâ dünyaya hak ve adâlet getirmek maksadıyla, bir globalleşme hareketi niçin yürütülmesin!.. Nitekim Peygamberler ve onların yollarından gidenlerin niyetleri, hep bu yönde olmuştur.

 

Ne var ki şimdilik bu hareket, daha çok sömürgecilik duygusuyla yürütülen bir hareket olarak kendisini göstermektedir. Ve bu hareketin arkasında, bazı devletler, oryantalizm, ideolojiler misyonerlik düşüncesi vb. bazı güç odakları vardır.

 

Globalleşmeyi daha iyi anlamak için, biraz da bu sürecin tarihine göz atmak gerekir. Ne de olsa, her düşüncenin bir tarihî başlangıcı, gelişimi ve kilometre taşı olan öncüleri vardır. Bunları bilmedikçe, bir fikrin, sistemin ve ideolojinin ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Aksi takdirde, her önüne gelen, kavramlara farklı anlamlar yükler. Böylece, bir takım görüşler, kendi aslî anlamlarının dışına kayar ve bir kavram kargaşası baş gösterir.

 

Globalleşme, politik ve kültürel bir gerçek olduğu gibi, dinî ve kültürel bir hareket olarak da uzun bir tarihi geçmişe sahiptir. Globalleşme sürecinin ilk merhalesi, ilk defa, kendi zamanlarının dünyasını birleştiren Roma, Yunan, Babil ve Mısır imparatorluklarıyla başlamıştır. İkinci merhale,, daha sonra, Avrupa kâşiflerinin, yeni adalar keşfetmek için, Avrupa’nın dışına sefere çıktıkları bin dört yüzlü yıllara ulaşır. Bu şekilde, Avrupa ve Yeni Dünya arasında ticaret genişlemiştir. Bir taraftan da yavaş yavaş sömürgecilik (colonization) başlar. Globalleşmenin üçüncü devresi ise, sömürge ve ticaret imparatorluklarının genişlemesiyle birlikte, 19. yüzyılda kendisini bütün yönleriyle gösterir”

 

Globalleşme, Avrupa’da endüstri devriminin ortaya çıkışıyla yoğunluk kazanır. Bu dönemde Avrupa ülkeleri, sanayilerine ham madde, ürünlerine de pazar aramaya koyulmuşlardır.

 

Bu dönem II. Cihan Savaşı ile birlikte sona erer. Fakat ideolojik, dinî ve kültürel neticelerini günümüze kadar sürdürür.

 

Nerdeyse bütün dünya, — alternatif olarak sosyalizmin kabul görmeyişi ve başarısız oluşuyla, enformasyon teknolojisinin güçlü araçlarının da yardımıyla—kendisini, pazar ekonomisi, liberal demokrasi ve Batı’nın kültürel değerlenin güçlü hareketi içersinde bulur. Bugün ise, globalleşmenin yeni devresini yaşamaktayız.[10]

 

Bazıları da globalleşmeyi, Cenovalı bir denizci olan Kristof Kolomb’un, İspanya kral ve kraliçesini ikna etmesiyle başlatır.

 

Kolomb, genç ve hırslıdır. Yığın yığın hazinelerin bulunduğunu zannettiği Asya’yı kafasına takmıştır. Amacı, Büyük Çin kağanının yere göğe sığmadığı söylenen altınlarını bulmaktır.

 

Sonra zorlu şartlar içinde yolculuk başlar. Bahama adalarından birinde karaya çıkarlar. Ve buraya, kurtarıcı anlamına gelen “San Salvador” ismini verirler. Yerlilerkendilerine son derece iyi davranırlar ve hizmet ederler. Kolomb bu adanın halkı hakkında seyir defterine, “Dünyanın en iyi ve en nazik insanları “ diye yazar.

 

Aradan yirmi yıl geçmiştir. Birkaç yeni sefer daha düzenlenmiştir. Bu arada Salvador’un yerli halkı olan Tainolar’ın çoğu ölür. Karayip adalarının yerli halkları ise, ya köleleştirilir ya da saldırılara maruz bırakılır.

 

Görüldüğü gibi globalleşme, daha o zaman, kültürler arasında masum bir alışverişten vahşi bir servet ve iktidar mücadelesine dönüşür. Yerli halk, bir taraftan Avrupa’dan gelen hastalıklar yüzünden ölür, bir taraftan da ölesiye çalıştırılırlar. Bu arada binlerce Avrupalı sömürgeci bölgeye gelmeye devam eder.

 

Bütün bu çabaların asıl gayesi, altın ve gümüştür. Fakat işin bir garip tarafı da şudur: Bu insanlar, dinsiz kabul ettikleri kişileri Hıristiyan yapmak için, her türlü gayreti gösterirler. Böylece yağmaya, ek bir heyecan da katmış olurlar”

 

Bir anlamda Batılılar’a göre globalleşme, halkın ucuz iş gücünden (eskiden kölelerden) yararlanmak, kolayca ham madde elde etmek, enerji kaynakları için güvenilir çevreler oluşturmaktır.[11]

 

Bu tarihî gelişimden anlaşıldığına göre globalleşme, kandır, gözyaşıdır, köleleştirmedir, savaştır, cinayettir, yağmadır, asimilasyondur, bölmedir, yok etmedir; kısaca her yönüyle insanı ve tabiatı sömürmedir.

 

Globalleşme adı altında yürütülen faaliyetler çerçevesinde, gerek milletimiz ve gerekse İslâm dini hakkında pek çok asılsız haberler üretilmiş, hikâyeler, romanlar, kitaplar yazılmış, filimler çevrilmiş, oyunlar sahnelenmiş, karikatürler çizilmiş, tarihî olaylar çarpıtılmıştır” Say say, bitmez!.. Aslında bunların her biri, ayrı bir araştırma konusudur.

 

Bütün bu olumsuz şartlar altında din eğitimi nasıl yapılacaktır? Ve din eğitimi vasıtasıyla bu globalleşme sürecini insanların hayrına nasıl yönlendirebiliriz?

 

Bu iki temel soruya sağlıklı bir şekilde cevap bulabilmek için, globalleşmenin sosyal ve dinî hayata olan yansımalarına genel olarak bir göz atmalıyız.

 

A. Rekâbet ve Kalite Aldatmacası

 

Globalleşme, beraberinde rekâbeti de getirmiştir. Hem de en acımasız şeklini getirmiştir. Bir nevi bu alanda,”Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. Altında kalanın canı çıksın” felsefesi hâkimdir.

 

Bilindiği gibi, globalleşme sürecinde korumacılık büyük ölçüde kaldırılmış, gümrük oranları büyük oranda azaltılmış ve böylece sermayeye alabildiğine hareket imkânı sağlanmıştır. Bunun neticesinde, birçok yerli sermaye, ulusal sınırların ötesine geçmiştir. Bu yönüyle globalleşme, geniş bir ekonomik yayılma anlamına gelir.

 

Rekabet neticesinde insanların daha kaliteli mal ürettikleri ve kullandıkları doğrudur. Bu kaliteyi tutturanların pazarda yaşama şansının olabileceği düşüncesi de yabana atılır gibi değildir. Bunlar meselenin olumlu yanlarıdır. Ama geliniz görünüz ki, mesele bununla kalmamaktadır. İşin bir de, insânî ve ahlâkî boyutunu da hesap etmek gerekir.

 

Her şeyden önce, globalleşmenin rekâbeti sertleştirdiği bir gerçektir. Sırf bu yüzden bir çok kuruluş, bu acımasız rekâbete dayanamadıkları için, pazarlardan çekilmek zorunda kalmıştır.

 

Yine bu globalleşme sonucu insan, “tüketici, müşteri, çalışan, hissedar, tedarikçi, toplum vb.” adlarla anılır olmuştur” Bazı dükkânlarda, “Müşteri veli nimetimizdir.” levhasıyla karşılaşırsınız. Bu anlayış, insanı, yaptığı işin sonucuna göre değerlendiren bir anlayıştır. Bir bakıma insanı, makine gibi görmektedir. Hâlbuki İslâm insanı insan olarak görür. Daha sonra niyetlerine, bilgisine ve bu doğrultuda bir sürece girmesine göre değerlendirir. Dolayısıyla, globalleşmenin acımasız ve azgın rekabet anlayışıyla, İslâm düşüncesi arasında bir zıtlık görülmektedir. İşte bu durum, din eğitimi için önemli bir problem alanı oluşturmaktadır.

 

Sırf bu anlayış yüzünden, pek çok esnaftan şu anlama gelen değerlendirmeleri duymaktayım:

 

“Vallahi, bizim ticaret hayatıyla İslâm bir arada gitmiyor!..”

 

Üstelik bunları söyleyen insanların bir kısmı namazında niyazındadır” İçlerinde birkaç kere umre yapmış, hacca gitmişler bile var” Her hangi bir gönüllü kuruluşta çalışanlar da bulunmaktadır. Tarikatlı olduğunu söyleyenler de az değildir. Ve bunlar, Hz. Peygamber’in, “Kazancın onda dokuzu ticarettedir.” dediği alanla, artık din’inin bir arada olamayacağını, biraz hayıflanarak, biraz da mecbur kalmanın meşruiyetine sığınarak ifade etmektedirler.

 

Sadece ticarî hayatta mı bu problem var? Elbette ki hayır” Şehirleşmede aynı problemi görürsünüz” Komşuluk ilişkilerinde aynı problemi görürsünüz” Yolculukta aynı problemi görürsünüz” Kısaca, hayatın her alanında bunlara şahit olursunuz..

 

Globalleşmenin zorladığı rekâbet anlayışı, bazı dinî simgelerin moda adı altında gündeme ve pazara getirilmesine yol açmıştır” Meselâ başörtüsünde olduğu gibi” Meselâ, “Tesettür giyim” adı altında defileler düzenlenmektedir” Ve bu anlayışı, yeni bir reklâm ve ticaret alanı oluşturmuştur. Bakıyorsunuz bu alandaki en pahalı kıyafetleri, dinî düşünce ile alakası ya hiç olamayan ya da hurafe bir din anlayışına sahip olan çevreler üretip pazarlamaktadır. Bazı kişiler de, bilmeden bunların figüranlığını yapmaktadır. Bir bakıma bazıların dindarlığı, maddi açıdan da çok pahalıya gelmektedir. Ortada din yoktur; gösteriş vardır, rekabet vardır, zorlanma vardır” Özellikle de, her türlü şartlar altında kazanmayı amaç edinen kimselerin kazanma hırsları ve uygulamaları vardır” Bunun öncelikle iyi bilinmesi gerekir.

 

İşte globalleşme!.. İşte dinî hayatın karşı karşıya kaldığı durum!.. Ve bu dilemma nasıl aşılacak?.. Böyle bir hayatta, yani din’in intikal etmediği bir sosyal hayatta, din nasıl öğretilecek? Bu konuda ne derece inandırıcı olunabilir?.. Böyle bir eğitimin ne gibi bir eğitsel değeri olabilir?

 

Şunu iyi bilmeliyiz ki İslâmî düşünce, insanların yarışma duygularını asla bastırmak ve yok etmek istemez. Onları iyi yöne ve hayra kanalize eder. Onun içindir ki Kur’an, “Hayırlarda yarışınız” der.[12] Yani insanların önüne her zaman böyle bir yarışma kulvarı koyar”

 

Globalleşmenin getirdiği rekâbet ortamında hep gâlipler ve mağluplar oluşmaktadır. Bu durumda galipler, mevkilerini kaybetmemek ve kimseye kaptırmamak için, en acımasız yollara başvurmaktan çekinmezler. Ve bu yolda her şeyi meşru gören bir anlayışla hareket ederler. Nitekim bunun örneklerini, içinde yaşadığımız dünyada her zaman görmekteyiz. Hatta bu durum, birçok oyun, hikâye, roman, film ve karikatürün konusunu oluşturmaktadır.

 

Mağluplara gelince, onlar ya aşağılık duygusuna kapılacaklar, ya da galip gelebilmek için hileli yollara başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Şunu iyi bilmek gerekir ki aşağılık duygusu, birçok kötülüklerin sebebini oluşturmaktadır. Bu kötülüklerin yönü içe de dışa da yönelik olabilir. Biraz da bu, duygunun şiddetine bağlıdır.

 

Bakınız, İslâm üstünlüğü hangi değerlerlerle ifade ediyor?

 

İslâm, her türlü şartlar altında inanan,[13] sorumluluklarını yerine getiren[14]ve iyi işler yapan[15] insanın üstün olabileceğine vurgu yapmaktadır. Bu da insanı rahatlatmak için yeterlidir. Çünkü İslâm, insanın sadece kendi gücüne göre sorumlu tutulacağını tekrar tekrar hatırlatır.[16] Böyle bir inanca sahip olan insan, kendisini hiçbir zaman ikinci plâna itilmiş olarak görmez. Dolayısıyla kendisine de başkasına da kin beslemez.

 

Son zamanlarda, kaliteyi artırmak için, “insanı ön plâna geçirme” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bunun temel gayesi de yine üretimi artırmaktır. Hâlbuki insana, sırf insan olduğu için değer veren bir felsefe gereklidir.

 

Kur’an’da insanın iyi iş yapması gerektiği, defalarca hatırlatılır. Nitekim “iyi iş”, imandan sonra vurgulanan temel değerlerden birisidir. Üstelik bunu, kurtuluş vesilesi olarak sunar.[17] Onun için İslâm, bir Müslüman’ın, her zaman kaliteli ve sağlam iş yapmasını ister. Hz. Peygamber de tercihini, hep kaliteli iş yapan, işine hile karıştırmayan insandan yana kullanmıştır. Sırf bu konu, özel bir araştırma konusu olacak kadar çok malzeme ihtiva eder.

 

Hal böyle iken, Müslümanlar iyi işler ortaya koymuşlar mıdır? İşte, cevabı en zor sorulardan birisi bu sorudur.

 

Bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde ateist olarak yaşamış ve daha sonra Müslüman olmuş bir kişi ile karşılaşmıştım. Özel bir sohbette aramızda, sorulu-cevaplı şöyle bir konuşma geçti;

 

—Siz ateist felsefe tahsili yaptığınızı söylüyorsunuz” Bu felsefeyi ayakta tutan en önemli deliller nelerdir? Sonra sizin, bu ateizmi bırakmanıza ne sebep oldu?

 

-Müslümanların tembellikleri ve geri kalışları!.. Buna sürekli vurgu yapıldı. Ateizm için bu, son derece pratik ve inandırıcı bir delildi. Bir zamanlar ben de,“Dinler yararlı olsaydı, inananlar kalkınmış olurlardı.” diye düşünüyordum. Âdeta beyinlerimiz bu şekilde şartlandırılmıştı.

 

—Sadece bu mu? Başka iddialar ve ispatlar yok mu?

 

—Var elbette” Bir keresinde araştırma yapmak üzere Doğu Almanya’ya gitmiştim. Bir ara fırsatını bulup birkaç saatliğine Batı Almanya’ya geçtim. Dönerken, birkaç şey alayım diye bir bakkala girmiştim. Baktım ki, birbirimizin dilinden de anlıyoruz” Tam ayrılacakken dikkatimi, üzerinde çiçekler ve şekiller olan poşetler çekti. Çok güzeldiler. Daha önce bu kadar güzelini hiç görmemiştim. Bizimkiler son derece adî idiler. “Bir tane alabilir miyim?” diye sordum. O da, istediğim kadar alabileceğimi söyledi. İşte o gün benim, komünizme de ateizme de olan inancım sarsılmıştı. Sovyetler Birliği’nde bize, dünyada her şeyin en iyisinibizim yaptığımıza sürekli vurgu yapılırdı. Dış dünya ile alâkamız olmadığı için, ne derlerse, itiraz etmeden kabul ederdik. “Demek ki, bizim en iyi şeyleri yapmamız, komünist sistemden ve ateizmden kaynaklanmaktadır.” diye düşünerek övünürdük. Ama o poşet yok mu?.. Dünyam ve felsefem o gün değişti!… Daha sonra da nasipmiş, müslüman oldum”

 

—Ha, bir de “domuz etinin Müslümanlar tarafından niçin yenmediği” meselesi var. “İslâm dini domuz etini, bölge sıcak olduğu için yasaklamıştır.” diyorlardı.

 

Bu cevaplardan ne gibi bir sonuç çıkarabiliriz?

 

Her şeyden önce Müslümanların tembellikleri ve geri kalışları, hem kendi ve hem de başkalarının inançlarını tehlikeye sokmaktadır. Bu açıdan bakılınca, iki defa sorumludurlar. Özellikle, iki yüz yıldır İslâm dünyasının başına bela olan bu ataletten kurtulmak gerekir. Mehmet Akif, “Safahat” adlı eserinde, nerdeyse baştanbaşa, İslâm dünyasının bu miskinlik ve tembelliğine dikkat çekmiş, Batı ülkelerindeki alın teri ve gayretle mukayeseler yapmıştır. Sadece Âkif mi? Hayır” Daha bir çok mütefekkir aynı noktaya vurgu yapmıştır. Bunları da gözden uzak tutmamak gerekir.

 

Son cevap ise, oldukça önemli bir noktaya işaret etmektedir. İslâm’ın emir ve yasaklarının evrensel olup olmadığı meselesi? Her şeyden önce bunu dış dünyaya iyi anlatmak gerekir.

 

B. Din ve Evrensellik

 

Globalleşmenin yer yüzüne, rekâbetle birlikte bazı alanlarda kalite de getirdiği bir gerçektir. Ama bunu yaparken büyük adâletsizliğe de yol açmaktadır. Bu durum, kurttan kurtarılan kuzunun, kurtarıcısı tarafından kesilmesi demektir. Demek isteriz ki, astarı yüzünden pahalıdır. Tutulan balıklar, ürkütülen kurbağaya değmemektedir. Bu şartlar altında dünyaya barışı ve kardeşliği getirmek ise, hiç mümkün değildir.

 

Yakından idrak etmekteyiz ki globalleşme, sınır da sır da tanımamaktadır. Bu da maddî ve manevî değerlerin tuz buz edilmesi anlamına gelir. Artık insan kendisini tarif ederken hangi üst değerleri esas alacaktır? Hayatını ve yaptığı işleri neye göre anlamlandıracaktır? İnsanları fizikî anlamda bir araya getirmek ve aynı şeylerden zevk almalarını sağlamak, onları kardeş ve dost yapmaz. Meselâ aynı filmleri seyretmek, aynı yiyecekleri yemek, aynı kıyafetleri giymek, ayni tip eğlenme vb. alışkanlıkları kazanmak, insanları uzun süre mutlu da etmez. Asıl birleştirme, metafizik alanda olmalıdır. Bunu ne bilim ne de felsefe yapabilir. Bunu yapacak yegâne güç dindir.

 

Fakat hangi din? Hırslara ve harslara kurban edilmemiş, yozlaştırılmamış, sömürü vasıtası yapılmamış bir din” Allah’ın dini, Kuran’ın dini, Peygamberlerin dini” Ve insanlığın dini” Sadece tek bir şahsın, grubun, cemaatin, ırkın, milletin, devletin, bölgenin ve kıtanın dini değil”

 

İnsanları da ancak böyle bir din’e razı etmek mümkün olur” Bunun dışındaki bir dini insanlığa teklif etmek, her şeyden önce insanlığın tabiatına uymaz” Kur’an’ın, dönülmesini teklif ettiği dini tarif ederken, (insanların muhtemel sorularını hesaba katarak), “fıtrat, yani yaratılış dini”[18] şeklinde bir açıklama yapmasının sebebi bu olsa gerektir” Onun için, insanın hoş görmediği ve nefret ettiği hiçbir gaye, hiçbir hedef, hiçbir vasıta, gerçek ve doğru dinle yan yana getirilemez. İşte “evrensellik” budur.

 

Bu dinin adı İslâm’dır. Anlamı ise, “barış, güven, emniyet, itaat ve kulluktur” Azınlığın yanında, nerdeyse kendisini azınlık görecek kadar hak hukuk gözeten bir kulluk” Çalıştırdığı insanlara kendi yediğini ve giydiğini lâyık gören bir kulluk”İyilikleri yerleştirirken de kötülüklerin karşısına dikilirken de, herkesin katılımcı olmasının gerekliliğini ön gören bir kulluk” Hem de hiç kimsenin haset edemeyeceği birine kulluk” Varlıkların en güçlüsüne, bütün nimetleri verenine kulluk” Alçaltıcı değil, yüceltici bir kulluk” Birlikte ve barış içinde yaşamanın ilkelerini ihtiva eden bir kulluk!..

 

Bu derece insanî ve evrensel olan bir din’in, hiç komplekse kapılmadan takdim edilmesi mümkündür. Çünkü bu takdim, her türlüğü menfaatlerden uzak bir gaye ile yapılmaktadır.

 

Öyle sanıyoruz ki, barıştan, adâletten, birlikten, beraberlikten, kardeşlikten, hoşgörüden ve huzurdan bahsedenler, sadece şu âyeti anlayabilseler, dünyanın aramış olduğu sulh ve sükûn yer yüzüne hâkim olur.

 

Ne diyor bu âyet?

 

”Ey insanlar!.. Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye, sizi milletler ve boylar halinde yarattık. Şüphesiz Allah’ın gözünde en itibarlı olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.”[19] diyor”

 

Ne yazık ki Oryantalistler, misyonerler ve casusluk yapmak üzere İslâm ülkelerine giden seyyahlar, bu evrensel mesajı sunan “İslâm” isminin yerine “Muhammedanizm” kelimesini yerleştirmeye çalışmışlardır. Sırf daraltmak ve darıltmak için” Kıskançlık ve nefret uyandırmak için” Hedef haline getirmek için!.. İnsanlığın gözünden düşürmek için” Kendi toplumlarının doğru din’le tanışmalarını engellemek için”[20]

 

Peki öyleyse, neden İslâm gibi evrensel bir din, bir deva olarak insanlığa sunulamaz? Bu konuda şüphesiz bir metot ve irade eksikliği var” Bunun acısını, hem İslâm dünyası hem de bütün insanlık çekmektedir. Bu ıstırabı yüreğinde duyan Âkif, olanca samimiyetiyle şöyle haykırır:

 

Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hâlâ

 

İhtiyacatını kaabil mi telâfi? Asla.

 

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

 

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı

 

Kuru dâva ile olmaz bu, fakat ilm ister;

 

Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster?[21]

 

Ne demek istiyor Âkif ?

 

İslâm’ın problemleri çözebileceğine akılları erdirmek” “Bizi, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan, kurtarsa kurtarsa, İslâm kurtarır.” kanaatini oluşturmak”

 

Bu elbette ki kolay bir iş değildir. Her şeyden önce bu, eğitilmiş bir akıl ister, ilim ister, iz’an ister, dur durak bilmeyen bir çaba ister” Dolayısıyla Müslümanlarınöncelikle yapması gereken şey, bir zamanlar önde oldukları ilmî ve ahlâkî üstünlüğü yeniden kazanmak” Tabiî ki çağın icaplarını daima göz önünde tutarak”

 

Bakınız Batı, tahrif edilmiş dinlerini, üstün olan ilmî faaliyetleri sayesinde ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu ilmî üstünlük, dinleri için iyi bir ambalaj oluşturmaktadır.

 

Kur’an ve sünnet ilmi ve güzel ahlâkı övüp teşvik ederken, Müslümanlar nasıl oldu da, ilimde ve irfânda bu derece geri kaldılar? Dünyanın seyrinin ilim ekseninde döndüğünü niçin fark edemediler? Doğuşundan itibaren, Kur’an’ın evrensel mesajlar ihtiva ettiğini neden göz ardı ettiler? Elbette ki bunun bir açıklaması olmalıdır.

 

Yalnız şuna kesin olarak inanmaktayız ki, Müslümanlar ilmî alanda söz söyleyecek seviyeye gelmezlerse, başkalarıyla sağlıklı iletişim de kuramazlar. İletişimin olmaması, Mevlânâ’nın harika tespitiyle, körler çarşısında aynasatmaktır.

 

C. Güven Bunalımı

 

Globalleşme sonucu, büyük sermaye birikimine sahip olan kişi, kuruluş ve devletler, çeşitli sebeplerden dolayı huzurlu da değillerdir. Bunun pek çok sebepleri vardır. Meselâ, devası bulunamayan hastalıklar, bir zamanlar zorla sömürgeleştirmiş olan mazlum toplumların kinleri ve buna dayalı anarşi ve terör tehditleri” Kimlik bunalımına girip marjinalleşen grupların sebep olduğu çeşitli problemler”

 

Yine teknolojinin gelişmesiyle birlikte, çok kolay üretilebilen kitle imha silahlarının bu terör gruplarının eline geçmesi”

 

Eskiden atalarının nasıl köleleştirildiğini, öz vatanlarından hangi zulümlerle koparıldığını bilmeyen zenci çocukları, bu gün artık Paris ve Londra metrolarının, kırbaç altında, aç ve susuz olarak dedeleri tarafından yapıldığını bilmektedir. Bu da şuur altında bulunan kinleri, çeşitli şekillerde meydana çıkarmaktadır.

 

Bütün bunlar bir araya gelince, potansiyel pek çok tehlikelerden bahsedilebilir” Ve bu tehlikelerden dolayı, pek çok demokratik ülke, tekrar despotlukla idare edildikleri döneme dönme tercihiyle karşı karşıya kalabilir” Globalleşmenin tesiriyle açılan sınırlar, tekrar kapanabilir. Devrini tamamlamış gibi görünen ulusalcılık düşüncesi, yeniden gündeme gelebilir” Irkçılık, dahaazgınlaştırılmış olarak hortlatılmış olabilir” İşsizlikler, iflaslar, intiharlar artabilir. İnsanlar şans oyunlarına daha çok bel bağlayabilirler”

 

Peki, ne yapmak lâzım?

 

Ülkemizde halâ, insana değer veren, yabancıları para pul istemeden ağırlamayı bir meziyet sayan, aşırı ihtiyaç içinde olsa bile, bulduğu yüksek miktardaki paranın sahibini arayan, emânete hıyânet etmeyen yüksek ahlâk sahibi pek çok insan vardır” İşte bunların sayısını artırarak dünyanın tekrar ilgi merkezi haline gelebiliriz.

 

Çeşitli vesilelerle ülkemizi gezen Batılı gözlemciler yazılarında, bizdeki bu insanî ve ahlâkî ruhu yazmaktadır. Mümtaz Turhan, konuyla ilgili olarak, İngiltere’de yayınlanan ‘Observer’ gazetesinde şöyle bir yazı okuduğundan bahseder:

 

Vaktiyle ülkemize gelen bir yazar, misafir olduğu Antalyalı bir Türk köylüsü ile Ankara civarında rastladığı küçük bir çobana ait gözlemlerinden bahseder. Gerek genç çobanda gerek Antalyalı Mahmut’da, Cambridge ve Oxford üniversitelerinde insanî meziyetlerin ve ahlakî vasıfların en mükemmeli olmak üzere kabul edilen haysiyet ve vakarın en güzel örneklerini gördüğünü belirtir ve ilâve eder:

 

“Biz bu meziyetlerin sözünü ederken bunlar onu yaşıyorlar.”

 

İki üç yıl Türkiye’de kalan ve İstanbul üniversitesinde bir ara sosyal psikoloji dersi de veren Amerikalı bir profesöre ülkemizden ayrılırken intibalarını sorarlar. Cevabı şöyledir:

 

“Şüphesiz her yerde olduğu gibi burada da iyi ve fena intibalar bırakacak hâdiselerle karşılaştım, bununla beraber iyilerinin daha çok olduğu muhakkaktır. Ancak bunlarla ilgili bir meseleyi halledemeden gidiyorum. Acaba siz bana bu hususta yardım edebilir misiniz? Dünyanın her tarafında haysiyetine düşkün vakarlı insanlara rastlamak mümkündür. Fakat hiç bir yerde bu vasfın Türkiye’deki kadar yaygın ve bariz olduğunu görmedim, işin bence garip tarafı, aşağı tabakalarda daha kuvvetli bir şekilde belirmesidir. İşte bunun sebebini bir türlü izah edemedim.”[22]

 

Amerikalı bilim adamı niçin izah edemiyor? Çünkü kendi ülkesinde alt tabakadaki insanlar, kendilerine büyük haksızlık yapıldığı iddiasıyla kindar ve saldırgandırlar. Fırsat bulduklarında, üst tabakadan intikam almaya can atarlar. Herkesin daha çok kazanabilmek için birbirini boğazlamaktan çekinmediği bir dünyada insânî erdemleri sergilemek pek kolay olmasa gerektir.

 

Peki, bizde neden bunun tersi bir durum var? Bunun sebebi gayet açık. Ülkemiz insanına bu gönül zenginliğini kazandıran, onun inançları ve bu inançların tesiriyle oluşmuş örfüdür.

 

Yine bir Alman Profesörü’nün oğlu, tahsili için geldiği ülkemizde on yedi sene kalır. Harp bitince, ülkesinde kendisine iyi bir iş temin edilir” Haliyle dönüp memleketine gider.

 

Aradan kısa bir müddet sonra Mümtaz Turhan Hoca babasını çok düşünceli görür ve sebebini sorar. Alman Profesör şöyle cevap verir:

 

-Oğlum bütün ısrarlarıma rağmen buraya (Türkiye’ye) dönmek istiyor. Almanya’da yaşayamayacağını yazıyor.

 

Mümtaz Hoca bu sefer, oğlunun Almanya’da, yani kendi ülkesinde neyi bulamadığını ve onu buraya çeken sebebin ne olduğunu sorar.

 

İşte Alman Hoca’nın cevabı:

 

-Müsamaha” Müsamaha!..[23]

 

Nedir bu müsamahanın kaynağı? Nasıl oluşmuştur?

 

Nasıl oluşacak? Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü seven bir kültür ve medeniyet anlayışıyla oluşmuştur.

 

İşte bizim, bu globalleşen dünyadaki en büyük sermâyemiz ve gücümüz!.. Kafaların, kalblerin, beyinlerin içersine nüfuz edebilecek yegâne güç!.. Bu güç bizim varlığımız, istiklâlimiz ve istikbâlimizdir!..

 

Onun içindir ki, Macar ovalarından geçerken, yediği üzümün bedelini bağ çubuklarına asan Mehmetçik, asıl gücünü bu hak perestliği ile göstermekteydi. İstanbul’un fethi arifesinde, büyük zulüm altında yaşayan Bizans halkı, sokaklarında kardinal[24] külahı görmektense, Müslüman Türk sarığı görmeyi tercih ediyorlardı.

 

İyi bilinmelidir ki, bizi Avrupa’ya taşıyan asıl güç bu güçtür” Bundan sonra da bu olmalıdır”Ve bu gücün kaynağı, İslâm ve buna dayalı olarak oluşan millî benliğimizdir. Bütün mesele bu benliğe karşı yabancılaşmamaktır. Bu da, sağlıklı bir din eğitimi ile mümkündür.

 

D. Yeni Din Yorumlarının Ortaya Çıkması

 

Globalleşmenin çeşitli alanlarda kendisini göstermesi sonucunda, İslâm’ın sosyal hayatla ilgili yönü çeşitli yönlerden daraltılmış olmaktadır. Bunun sonucunda iki türlü tepki oluşabilir:

 

Birincisi, İslâm ülkelerinde bir ümitsizlik ve korku oluşabilir. Bu da dinin çarpık bir şekilde yorumlanmasına sebep olabilir. Bu dönemlerde insanlar hep kurtarıcı ararlar. Bu psikolojik ortamdan yararlanan çeşitli kurtarıcılar meydanı derhal doldurur. Kendilerine meşru’iyyet kazandırmak için de olmadık yollara baş vururlar. Kimisi Peygamber soyundan olur, kiminin sülâlesi ashaptan birilerine dayanır, kimisinin dedesi falan yerde hizmet görmüştür, kimisi falanlardan el almıştır” Say, sayabildiğin kadar!.. Biraz da olağan üstü hallerle süslediniz mi, kurtarıcılar hazırdır. Hayatı da rüyaları da bunların hayalleri tahakküm altına alır. Bu tip bir din anlayışı, işin madrabazları için iyi bir geçim ve lüks yaşama yoludur. Karşı çıkanların susturulması için kullanılacak âyetler ve hadisler de hazırdır” İşin içine bir de batınî anlamlar kattınız mı, herkesi dize getirmek işten bile değildir.

 

Daha sonra normal dönemler gelse de, bu yorumun etkisinden kurtulmak çok zor olur” Hatta geçmişte, bazı harpler ve istilâlar neticesinde ortaya çıkan bu ve benzeri din yorumları, bu günün ideal yorumları gibi algılanmaktadır.

 

Üstelik bu tip yorumlar ve anlayışlar, insanlara esrarengiz de gelmektedir. Globalleşmenin iplerini elinde tutan taraflar, bu tip yorumların İslâm ülkelerinde gelişmesinden son derece memnundurlar. Çünkü bu yorumlarda aşırı itaat kültürü kendiliğinden oluşur. Yani, fazla hak arama mücadelesine girişmeyen ve kaderci bir dünya görüşünü benimseyen insanlar, sömürülmeye daha müsait olurlar”

 

İkinci olarak, sömürgeci bir globalleşme, marjinal grupların ortaya çıkmasına yol açabilir. Nitekim bugün, ne dinle ne de insanlıkla bağdaştırılması mümkün olmayan bir çok gruplar ve anlayışlar, biraz da bu globalleşmenin eseridir. Hele de bunların anarşi ve terörü kendileri için meşru’ bir yol olarak seçmeleri, son derece yanlış bir İslâm ve müslüman imajı oluşmasına sebep olabilir. Bu imaj da yine, İslâm ve müslüman düşmanlarının ekmeğine yağ sürer. Ve bu yüzden, el altından bunları başkalarına karşı destekleyebilir. Bunun hazin örneklerini her tarafta görmek mümkündür.

 

İslâm ülkelerinde boy gösteren “Siyâsal İslâm, Ilımlı İslâm, Radikal İslâm” gibi akımların ortaya çıkış sebepleri arasında da yine bu emperyalist düşünce ve hareketler vardır. Bu konu, derinliğine araştırılması gereken bir konudur.

 

En azından şunu iyi bilmek gerekir ki, İslâm’ın başka bir adla anılması, tahriftir, hedefi saptırmadır, bölme ve parçalamadır. Aynı zamanda, bu vb. isimlendirmeler, İslâm’ın evrenselliğini engellemek için ortaya konulmuşlardır. Bunları samimiyetle kabul ettiklerini söyleyenlere de doğrusunu anlatmak gerekir.

 

Globalleşmenin getirdiği sekülerizmin (secularism) temel hedefi, dinî düşünceyi genel eğitimden ve sosyal hayattan uzaklaştırmaktır. Bu yöndeki katı uygulamalar, hem dini yorumlarda sapmalara yol açmakta hem de toplumları hurâfelere mahkum etmektedir. Çünkü doğru din olmayınca, yanlışları onun yerini hemen doldurur. Nitekim, doğru din bilgisinden mahrum olan bazı gençlerin başka dinleri seçtikleri, zaman zaman medyanın haber konusudur. O zaman şu konuda antlaşmak gerekir: İster inansın, ister inanmasın, insanları hiç kimse ve güç, doğru din kültürü almaktan alıkoyamaya yönelik bir tedbire baş vurmamalıdır.

 

E. Çok Kültürlülük (Multiculturalism)

 

Globalleşme, ister istemez, çeşitli sebeplerden dolayı, değişik inanç ve kültürden gelen insanları bir araya getirmektedir. Hatta bu vesileyle büyük ortaklıklar bile kurulmaktadır.

 

Çok kültürlülüğe saygı duyulmasını en çok, bu sermaye çevreleri ve sömürgeci güçler istemektedir. Bunun sebebi kesinlikle, insan haklarına saygı değildir”

 

Peki, bunun sebebi ne olabilir?

 

Büyük güçler, genişleme ve sömürme hedeflerinin önünde en küçük bir engel istemez. Onun için bu “çok kültürlülük” düşüncesi, bir anlamda, hedef toplumları ve milletleri zayıflatma porojesinin bir parçası olabilir. Bir ülke ne kadar çok, soy ve sopa, cemaat, tarikat, mezhep ve bölgeciliğe dayalı alt kimliklere ve kültürlere sahip olursa, millî mukavemet o derece zayıflar. Zaten, istenen de budur.

 

Bir de bu egemen ve harp galibi ülkeler, diğer ülkelerin sınırlarını çizerken, rast gele, hem sosyal hem coğrafî, hem siyasî yönden problemler oluşturacak şekilde hareket etmişlerdir. En başta, ilerde kendisini “azınlık ya da farklı bir kültüre mensup” görebilecek kitleleri, kendilerine engel olabilecek devletlerin sınırları içersinde bırakmışlardır. Diğer taraftan bu sınırlar, komşular arasında ihtilâfa yol açacak şekilde belirlenmiştir. Âdeta bazıları cetvelle çizilmiştir. Özellikle bizim coğrafyamızda bu açıkça görülmektedir.

 

Her zaman evdeki hesap çarşıya uymaz” Çok kültürlülük, bir bakıma, “Böl, parçala, yut”” felesefesinin bir uygulaması olarak sömürgeci güçler tarafından hep teşvik görmüştür. Fakat bu arada, hiç hesap edilmeyen neticelerle de karşılaşılmıştır.

 

Nitekim, ileri teknolojinin sağladığı enformasyon sayesinde insanlar, kendi kökenleri, kültürleri ve genetik yapı grupları hakkında çok şeyler öğrenmişlerdir. Bu ayni zamanda kimin aslının nereye dayandığı hakkında tereddütler de doğurmuştur. Böylece, tek bir vatanda tek bir millet olma fikri, temelinden sarsılmıştır. Bu durumu fırsat bilen sömürgeci anlayış, hümanizm ve demokrasi adına, insanların bağlı bulundukları büyük kültür ve medeniyet daireleri yerine, küçük kültür grupları oluşturma yoluna giderek âdeta kabile ve ırka dayalı bir“mikromilliyetçilik” düşüncesi yerleştirmeye çalışmıştır. Bu yolla parça parça edilen toplumlar, birbirlerini potansiyel düşman olarak algılamakta gecikmemiştir. Bu şekilde çıkartılan küçük yangınların, bir gün seyirlik olmaktan çıkıp bütün dünyayı sarmayacağını kimse garanti edemez.

 

Bakınız, bunun sonucunda, ayni vatanda, aynı üst kültürü benimsemiş ve yüz yıllarca aynı havayı teneffüs etmiş insanlar, birden bazı özellikleri öne çıkararak, bu milliyetçiliğin büyüsüne kapılarak, sun’î kültürler oluşturma yoluna gitmiştir.

 

Batı ülkeleri bu yolla, vatandaşı olsun ya da olmasın, içindeki yabancı kültürleri, büyük bir tecrite (isolation) tabi tutmayı başarmışa benziyor. Ne de olsa, şimdilik güçleri yerindedir. Ama İslâm ülkelerinde bu akımlar, bölücü nitelikler arz etmektedir.

 

Diğer taraftan, kendini azınlık ya da etnik gören toplumların, en küçük eleştiriye tahammülleri yoktur. Böyle bir durumda kültürlerini abartırlar; haktan hukuktan, değerlerden bahsetmeye başlarlar”[25]

 

Hatta kendilerine ırk, kabile ve millet bulma büyüsüne kapılan bu küçük kültür çevreleri, nerdeyse, -az olsun, benim olsun- anlayışıyla yeni dinler de aramaya koyulurlar.

 

Ne hazindir ki, iç ve dış çevrelerce bunlara yardım da edilmektedir. Nitekim bir zamanlar, milletimize bile, İslâm öncesi dinlerden bir din bulma denemesi yapılmıştır. Bu görüşe sahip olanlar, milleti yükseltme adına, milletimizi böldüklerinin farkında bile değildir. İster iyi niyetli, ister kasıtlı olsun, bu gibi düşünceler, hem millî bütünlüğe zarar vermiş hem de din eğitimi açısından yeni yeni problemler oluşmasına sebep olmuştur. Ülkemiz bundan, hem maddî hem de manevî yönden pek çok zarara uğramıştır. Bir sürü can kaybı ise, her türlü hesap ve kitabın üstündedir.

 

Globalleşme sonucu, bilimsel, hukukî ve ahlâkî gerekçeye dayanmadan, kısa bir zaman diliminde, pek çok etnik kimlik ve kültür, yerden mantar biter gibi bitirilmiştir. Bunlar da görünüşte, özgürlük ve hak verme adına yapılmaktadır. Öyle ki, insan hakkı ile alakası olmayan hususlar bile, “hak elde etme”nin büyüsüne kapılan insanları, son derece gülünç hale getirmiştir. Meselâ birisi kurbağanın uçma haklarından bahsetse” Birisi tavşanlara taş yiyerek beslenme hakkı tanıyacağını vaat etse” Sonuçta bunlara inananların olacağı ve bu uğurda mücadele edeceği muhakkaktır”

 

Sömürgeci kapitalist zihniyetin bu yöndeki bütün hedefleri, insanları etkisiz hale getirmektir. Bu bir bakıma, farklı bir asimilasyon anlamına da gelir.

 

Diğer taraftan “çok kültürlülük” düşüncesi karşımıza, pek çok çevreyi, gereksiz yere memnun etme gibi bir zorluğu da çıkarmıştır” Şu kültüre de saygı, bu kültüre de saygı! Bu anlayış, dini bağların zayıflamasını de beraberinde getirmektedir.

 

Meselâ birisi çıkıyor, “Bizim kültürümüz, bizim tarikatımız, İslâm’ın bir yorumudur.” diyebiliyor. Arkasından pek çok siyasî ve idârî çevreler, sırf demokratlık adına, bu iddiayı kabul ediyor, ya da öyle görünüyor. Yetkili çevrelerden, hiç kimse kalkıp da, “Bir kültürün herhangi bir din’in yorumu kabul edilmesi nelere bağlıdır? Sizin görüşleriniz bu şartları taşıyor mu?” demiyor.

 

Niçin demiyor?

 

Burada siyâsî ve iktisâdî rant var. Bir zamanlar bir tarikat şeyhinin dirisi aranırken ölüsü ile karşılaşılınca, Süleymaniye Camiî’nin haziresine (mezarlığına) defnetmek için, Bakanlar Kurulu Kararı çıkartılmamış mıydı?

 

Bir de çok kültürlü toplumda nasıl bir din eğitimi olacağı üzerinde düşünmemiz gerekir. Bu konuda aşağıdaki anlayışlar söz konusudur:

 

1. Fenomonolojik din eğitimi yaklaşımı”

 

Bu anlayışa göre, hiç bir din, taraf tutularak anlatılmayacaktır. Bu görüşün hareket noktası, bütün din ve mezheplere karşı objektif bir tutum sergilemektir.

 

2. Herkese, inandığı din doğrultusunda din eğitimi vermek

 

Bunun daha pedagojik olduğu kanaatindeyiz. Eğer insanlar, kendi dinlerini öğrenirken, diğer dinlere de saygılı olmayı öğrenirlerse, daha iyi diyalog ortamı oluşur. Nitekim Kur’an bu gerçeği, “Sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize”[26]ilkesiyle dile getirmiştir. Ayrıca, “Dinde zorlama yoktur”[27] ilkesi de, Kur’an’nın evrensel bir mesajıdır. Bu ilkeler aynı zamanda, özellikle milletimiz tarafından, tarihte uygulanmış ve iyi örnekler sunulmuştur. Bunu anlamak için, tarihi ibret gözüyle incelemek yeterlidir.

 

3. Din eğitiminin disiplinler arası bir anlayışla ele almak

 

4. Dini konuların empatik bir anlayışla kavratmak

 

5. Tarihi süreçleri ön plâna çıkarmak

 

6. İnsanî ve vicdanî duygulara ağırlık vermek

 

7. Sosyal meseleleri merkeze almak

 

8. Mezhepler ve tarikatlar bağlamında din eğitimi yapmak

 

 

 

F. Bir Globalleşme Aracı Olan Oryantalizmin Din Anlayışı Üzerindeki Etkileri

 

Oryantalizm (orientalism), Doğu kültürü, dili ve halkı hakkında derinliğine bilgi sahibi olmaktır. Bu alanda çalışanlara “oryantalist” denilmektedir.[28]

 

Oryantalistler çalışmaları esnasında en çok, on dokuzuncu yüz yılda geliştirilen antropolojiden yararlanır. Çünkü bu bilim dalı, insanın soyu, davranışı, fizikî, sosyal ve kültürel gelişimi ile ilgili çalışmalar yapar.

 

Bu iki bilim dalının önemli faaliyet alanlarından birisi de İslâm toplumlarını detaylı bir şekilde tanımaya çalışmaktır. Asıl amaç ise, Müslümanların kendilerini, Batılılar’ın tarif ettiği şekilde biçimlendirmelerini sağlamak ve kendi mukaddesleri hakkında şüpheye düşürmektir. Buna, tipik bir misâl olması bakımından “kurban”ıverebiliriz. Batılılar Müslümanların Kurban Bayramına, bir nevi “et bayramı” olarak bakmaktadırlar” Bu bakış ve şekillendirmenin etkisiyle, bir kısım Müslümanlar da onların gözlüğünden bakmaya başlamışlardır.

 

Bu haliyle, gerek oryantalizm ve gerekse antropoloji bilimi, globalleşme taraftarlarının çok işine yaramaktadır.

 

Oryantalistler, kapitalist dünyanın verdiği maddî ve manevî destekle, İslâmî bilimlere dair pek çok eser neşretmişlerdir. Bir anlamda hizmetleri olmuştur, denilebilir. Yalnız temel maksatları, hem müslüman ilim adamlarını aşağılık duygusuna itmek hem de bu eserlerden bazılarını tahrif etmektir.[29]

 

Bu arada önemli bir probleme daha dikkat çekmek isteriz. Bildiğimiz kadarıyla, İslâm ülkelerinden bir çok ilâhiyatçı, lisans üstü çalışma yapmak üzere, Batı üniversitelerinin “Oryantalizm” bölümlerine gitmektedirler. Haliyle oryantalist hocaların rehberliğinde bilimsel çalışmalar yapmaktadırlar. Bizim üzerinde durmak istediğimiz konu, bu ilim adamlarının hangi tip konular üzerinde çalıştırıldıklarıdır. Bu konuda ciddî şüphelerimiz vardır. Meselâ müslüman bir ilim adamı adayı,“Kur’an’da Müslümanlarla Gayr-i Müslimler Arasındaki İlişkiler”, bir diğeri, “Ateistlerle Olan İlişkiler” konusunu tez olarak alıyor. Çalışmasının sonunda da kariyer sahibi olarak ülkesine dönüyor. Artık ülkesinde, Batı üniversitelerinde lisans üstü çalışmaları yapmış bir ilim adamıdır. Aynı zamanda İslâmî düşünceye ve hayata yön verme görevlerini de üstlenmiş durumdadır. Dil biliyor, ilim de var” Gerisi o kadar önemli değil!..

 

Buraya kadar, çok fazla anormal bir şey yok. Çünkü Kur’an’ın ateiste de, gayri müslime de, putpereste de, müslümana da, mü’mine de, peygamberlere de yaptığı bazı ikazlar var.. Asıl iş, bundan sonra başlıyor.

 

Bu oryantalist denilen çevre, yukarda örnek verdiğimiz cinsten yaptırdığı tezleri, kasıtlı bir şekilde tahrif ederek bir araya getiriyor ve şöyle bir neticeye varıyor:

 

“Müslüman ilim adamları tarafından yapılan bu çalışmalara göre, bir müslümanla başka din ve kültürden olan kimselerin bir arada, barış içinde yaşamaları mümkün değildir.”

 

Görüldüğü gibi burada anahtar kelime “barış”tır. Artık zihinlere, “İslâm, dünya barışına engeldir.” fikri, her türlü iletişim vasıtasıyla kazınmaya çalışılıyor. Daha önce saymış olduğumuz sebeplerden dolayı, pratikte bunun örneklerini abartılı bir şekilde gösteriyor. Bunun üzerine Batı dünyasında, İslâm korkusu (Islamophobia) oluşturuluyor. Ve yeni yetişen nesiller bu korku ile büyütülüyor.

 

Bu korku, çeşitli tarihi olaylarla ilişki kurularak daima geliştirilip güçlendirilmektedir. Böyle bir korku ile yetişen nesiller, devlet yönetimine ve etkili makamlara geldiklerinde, arkalarına tarihî, malî ve ideolojik güçleri de alarak Müslümanlara hakaret etmekten çekinmemektedirler. Ve gittikçe de İslâm hakkındaki korkulara yeni mesnetler aramaktadırlar. Nitekim 11 Eylül 2001 olayları da işin tuz biberi olmuştur.

 

Bu elîm olaydan sonra Müslümanlar, nerdeyse toptan “terörist” ilân edilmişlerdir. Özellikle Amerika’da, hiç de hak etmedikleri muamele ile karşılaşmışlardır. George W. Bush gibi bir şahıs, hâdiseye, “Haçlı Seferi = Crusade” mantığı ile tepki göstermiş ve şuur altı kinini açığa vurmuştur. Daha sonraki özür dilemesini, -sevinmekle birlikte- politik bulmaktayız. Ne ad altında olursa olsun, kötülüklere karşı çıkan kafa yapısını oluşturmadıkça, dünya barışı bir hayalden ibarettir.

 

Bizzat, Avrupa Topluluğu’nun bazı asil üyeleri, kendilerini, bir “Hıristiyan Külübü” olarak tarif etmişlerdir. Yani, “Sizin aramızda ne işiniz var?” demek istiyorlar. Ya, İtalyan Başbakanı Berlusconi’nin değerlendirmesine ne demeli” Bakınız ne diyor? Batı medeniyetinin İslâm medeniyetinden üstün olduğunu, Avrupa Birliği’nde Hıristiyan geleneğin tanınması gerektiğini[30] söylüyor ve hakarete varan beyanâtlarda bulunuyor.

 

Bütün bunların sonucunda Batılılar bir de şöyle bir soru soruyorlar:

 

“Niçin Müslümanlar bizden nefret ediyor?” Aslında böyle bir soru, kimin kimden nefret ettiğinin ip uçlarını da vermektedir.

 

Bu konuda birkaç teklifimiz var:

 

1. Oryantalistlerin rehberliğinde tez hazırlayan müslüman ilim adamlarının çalışmaları üzerinde çok yönlü bir tez çalışması yapılması gerekir. Bu konuda çalışmak isteyenlere de azami destek verilmelidir. Öyle sanıyorum ki bu çalışma, pek çok hilelerin ortaya çıkmasına vesile olacaktır.

 

2. Batı’nın Doğu üzerine yaptığı araştırmaları yeniden ele alıp ortaya çıkaracak bir “Tarih Enstitüsü” kurulmalı ve bu işe gönül veren ilim adamı adayları da maddî ve manevî yönden desteklenmelidir.

 

3. Nasıl ki Doğu hakkında bir bilim geliştirilmişse, Müslümanlar tarafından da,“Batı’yı İnceleme Bilimi” geliştirilmelidir. Bu arada şunu da hatırlatmak gerekir ki,bütün bu işleri, İslâm’ı iyi bilerek yürütmek gerekir. Yoksa, dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmak mümkün” Bunun hazin örnekleri tarihte çoktur.

 

4. Bize göre, Batı’nın en büyük korkularından birisi, İslâm’ın Batı’ya doğru bir biçimde aktarılmasıdır. Şimdiye kadar, sömürgeci ve oryantalist hareket buna çeşitli yollarla engel olmuştur. Bu konuda, yani İslâm’ı Batı’ya anlatma konusunda “özel bir kurum” oluşturulmalıdır. Ve bu kurumun yetiştirdiği hür ilim adamları, önce İslâm ülkeleri, daha sonra da bütün dünya bilim adamları ile köklü ve samimi bir diyaloğa girmelidir. Şimdi yürütülmeye çalışılan diyaloglar, sadece bir tören ve gösterişten ibarettir” Tabiî ki, müslümanların bizzat kendileri İslâm’la hesaplaşma içersine girmişlerse, bu gibi projelerin gün yüzüne çıkması hayal olur. Çünkü bu tip projeler, sadece milletimizi ve Müslümanları kurtarma projesi değil; bütün insanlığı kurtarma projeleridir. Bu ruhu insanımıza kazandırırsak, gerçek ve faydalı globalleşmenin adımları atılmış olur. O zaman her ferdimiz, kendisini düzeltmekle birlikte, bütün dünyayı düzeltme ideali içersinde olur. Bu büyük bir misyondur. Aslında tarih de bize bu misyonu yüklemektedir”

 

Sonuç

 

Globalleşme, insanlığın hayrına olsun diye plânlanan ve yürütülen bir süreç değildir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu süreçte bazı faydalı şeylerin ortaya çıması, niyetin de bu yönde olduğunu göstermez. Çünkü dış görüntüler aldatıcı olabilir. Nitekim Firavn’un Hz. Musa’yı sarayında himâye etmesi ve yetiştirmesi, hiçbir zaman adâlet ve müsamahasını göstermez” Tam aksine, zulmünün bir delilidir.

 

Ama biz, kaçınmamız mümkün olmayan bu süreç karşısında nasıl bir tavır ortaya koymamız gerektiğini iyi düşünmeliyiz. Ve bu süreçteki değişimde ne kadar olumlu değerler ortaya koyabileceğimizin tahlilini yapmalıyız. İşte bu çerçevede şu hususlar üzerinde enine boyuna düşünmeliyiz:

 

1. Globalleşen dünyada bizim ne gibi bir gücümüz vardır? İnsanlığa hangi değeri sunalım ki, hem onlara hem de bize fayda getirsin” Millî bütünlüğümüzü ve insanî değerlerimizi tehlikeye atmadan, bu süreçte hangi riskleri göze alabiliriz?

 

Teknoloji desek, yok” Bilgi desek, yok!… İletişim desek, yok!.. Know-how desek, yok!.. Atom, füze, petrol, uçak gemileri desek, yok!.. Yok, yok, yok”.

 

Fakat bizim, bunlardan daha etkili olan güçlerimiz var”

 

En başta bizim, mahlûkatın en şereflisi olarak insanın yaratıldığına inancımız var” Bu çerçevede oluşturduğumuz, “Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü hoş görme” felsefemiz var” “Pergelin bir ayağı ile sım sıkı İslâm’a bağlı; diğer ayağı ile de yetmiş iki milleti dolaşan” bir diyalog anlayışımız var!…

 

Yalnız bu değerleri yeniden hayata döndürmek için, yeni bir eğitim felsefesine ihtiyaç olduğunu unutmamak gerekir.

 

2. Dini anlatırken, evrensel ve ortak değerlere ağırlık verilmelidir. Bunlar başta kâinatın tek bir yaratıcısının olması, bütün insanların aynı ana-babadan olması, yer yüzünün insanların hizmetine sunulması, insan sevgisi, adâlet ve hoşgörüdür.

 

Aslında biz, bir zamanlar, bu düşünceyi önemli ölçüde harekete geçiren bir neslin mirasçılarıyız. Bunu göğüsleyecek bilgi ve tecrübe birikimimiz -küllerin altında kalsa da- vardır. Eksik olan, eksikliklerin sebeplerini iyi tespit edip ortaya irade koymaktır.

 

3. Batılılar globalleşme hareketini yürütürken, kendi aralarında çok yönlü birlik oluşturmuşlardır. Buna karşılık İslâm dünyası dağınıktır. Üstelik kendi aralarında düşmanca bir yaklaşım sergilemektedirler. Bu diyalog öncelikle, müslüman bilim adamlarının kendi aralarında, daha sonra da bütün bilim adamları arasında kuracakları bir diyalog olmalıdır. Bu yerine getirildiği takdirde, halklar arasında diyalog kurmak o kadar zor olmasa gerektir.

 

Hz. Peygamber’in, Yahudi cenazesine, sırf insan olduğu için saygı göstermesi, bu uygulamaya temel teşkil eder. Millet olarak bizim de bu konuda sayısız örnekler verdiğimiz ortadadır. İspanya’da zulüm gören Yahudiler’i beş yüz yıl önce ülkemize kabul edişimiz bunun en açık delilidir. Özellikle bu konunun hem dünyaya hem de Yahudi Milleti’ne iyi anlatılması gerekir. Öyle sanıyorum ki, bugünkü dünya barışı, bu temel üzerinde filizlenip yükselebilir.

 

Şunu unutmamak gerekir ki, İslâmî düşüncede, farklı din ve kültürlere mensup insanların hakları gasp edilmemiştir. Bu konuyla ilgili pek çok tarihi belge gözler önündedir. Yapılacak iş, bu belgeleri ortaya çıkaracak bilim adamlarını yetiştirmektir.

 

4. Din eğitimi konusundaki öncelikler açık bir şekilde gündeme getirilmeli ve buna göre programlar geliştirilmelidir.

 

Bugün milletlerarası arenalarda en çok terörizm, barış, savaş, insan hakları ve hürriyeti, medeniyetler arası diyalog ve birlikte yaşama kültürü konuşulup tartışılmaktadır. Buna göre, din eğitiminde önceliği, -din hakkındaki temel bilgileri verdikten sonra- bunlara vermek gerekir.

 

5. Oryantalistlerin bir hedefi de şudur: İslâm toplumlarındaki İslâm dışı düşünce ve anlayışları, İslâm olarak gösterip eleştiriye tabi tutmak. Ve bu yolla Müslümanların morallerini bozmak!.. En önemlisi de, kendi dinleri ve mukaddesleri hakkında şüpheye düşürmek. Bu ayni zamanda, bir toplumu kendisine yabancılaştırmanın da bir yoludur.

 

Bu durumda en büyük problem, oryantalistlere kızıp hurafeleri savunmaktır. Onun için, usul ve adâbına uyarak, zor da olsa, hurafelere karşı savaş açmak gerekir. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, dış güçler de bizim hurafelerimizi ayakta tutmak için ellerinden geleni yapmaktadır. Ne yazık ki İslâm dünyası, nerdeyse baştan başa hurafeler dünyasıdır. Çünkü hurafeler, despotlukları, krallıkları, kederci düşünceleri, köşe dönmecileri ayakta tutmaktadır.

 

6. Globalleşme, bir anlamda “dünyalılaşma” olduğuna göre, bundan sonra, hiç olmazsa gerekli alanlarda, dünya standartlarında insan yetiştirmeyi hedef almak bir zorunluluktur”

 

Özellikle din eğitimi bu standardı yakalamalıdır” Bütün dünyayı tek bir ülke gibi görerek “din eğitimi” yapmak” Ayrıca, asrın idrâkine İslâm’ı sunacak özel bir kadroyu yetiştirmek birinci hedef olmalıdır. Bu şuranın buna vesile olmasını bütün samimiyetimle temenni etmekteyiz.

 

7. Globalleşme neticesinde ortaya çıkan bir takım değişimler, dinin faaliyet alanını daraltmıştır. Neticede bazı çevrelerde, “Din’le hayat bir arada olmuyor”” kanaati oluşmuştur” Bazı kişilerin bu kanaate oluşu, oldukça düşündürücüdür. Yani globalleşme, pek çok yeni zaruretler üretmiştir” Ortaya çıkan problemlere mutlaka Kur’an ve Sünnet’in bakış açısıyla çözümler getirilmelidir. Yalnız, bilim ve teknik sahalardaki buluşlar için, “Kur’an’da bu zaten vardı!” yaklaşımı, dini de Müslümanı da gülünç duruma düşürmektedir. Bu anlamda Kur’an’da olan, tefekkürdür,çalışmadır, araştırmadır”

 

8. Şimdiye kadar İslâm hakkında, pek çok eleştirel sorular sorulmuştur. Çeşitli zamanlarda ilim adamları ve ilgili çevreler tarafından bunların cevapları verilmiştir. Bu konuda kitaplar ve risâleler yazılmış, konferanslar verilmiş, ilmî toplantılar ve tartışmalar yapılmıştır. Bu cevapları bugün yeniden gözden geçirmek gerekir” Artık bu cevapların çoğu “hikmet”, yani ikna edici delil olmaktan çıkmıştır. Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, bu eleştirilerden ve sorulardan azami derecede istifade edilmelidir.

 

9. Batılılar hep şu soruyu sormuşlardır: “Batı, asimile edilmemiş göçmenlerle kendi değerlerini koruyabilir mi?”

 

Batı’da göçmen durumunda olanların çoğunun müslüman olduğu bilinmektedir. Bunlar asimile olmadan kimliklerini kaybetmemişlerse, bunu dinlerine borçludurlar. Her şeyden önce bu gerçek iyi bilinmelidir. Nitekim, uzun yıllar Ruslar’ın sömürgesi altında kalan soydaşlarımız da kimliklerini, yine dinleri sayesinde korumuşlar ve bu günlere kadar gelmişlerdir. Öyleyse, bu globalleşmenin kimliğimize vereceği zararları ortadan kaldırmak için, din’i ve din’in yansımış olduğu kültürel mirası insanımıza iyi öğretmeliyiz.

 

10. Misyonerlik bir globalleşme vasıtasıdır. Bundan dolayı, hem Batı ilâhiyatını hem de İslâm ilâhiyatını iyi bilen yetişmiş elamanlara ihtiyaç vardır. Özellikle bu konuda ciddi yatırımlar yapılmalıdır. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, İslâm’dan korkulduğu için misyonerlik korkusu gündeme gelmektedir. Onun için, misyonerlik korkusunu atmak için, öncelikle İslâm korkusunu atmak gerekir.

 

11. Globalleşme ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, dünyada yeni güvenlik ve tehdit algılamaları ortaya çıkmaktadır. Maalesef İslâm ve Müslümanlar bu algılamaların içindedir. Medyanın da tesiriyle Batılıların bir bölümü, İslam dünyasını kapalı, karanlık ve hoşgörüsüz olarak algılamaktadır. Bunun için İslâm’ın akla ve araştırmaya verdiği önem iyi anlatılmalıdır.

 

12. Yükselen değerler arasında “barış” ön plâna çıkmaktadır. Çeşitli sebeplerden bunalmış insan barış istiyor” Ama tarihe bakıyor, bu pek de mümkün olmamış” Aynı dine inanan ve aynı milletten olanlar da birbirleriyle kıyasıya savaşmaya devam ediyor.” Bu durumdan menfaat elde etmeye çalışan çevreler de, savaşın sebebinin din olduğu inancını yaymaya çalışıyor.

 

Bir kere daha hatırlatmak isteriz ki, dinin adı “İslâm”dır. Bu da insanın kendisi, Yaratanı ve çevresiyle barışması demektir. Ama başka adlarla bunu ifade etmeye çalışanlar, barışa hep gölge düşürmüşlerdir.

 

Din ve inanç özgürlüğü olmadan, hakkın ve hakkın üstünlüğüne hak tanımadan, Mevlânâ’nın tabiriyle, testileri kırmadan barışa bir karış bile yaklaşılamaz. İşin en acısı da, insanların savaşı, barış getirmek için istemeleridir.

 

 
[1] Modernite, (Lat modernus, modo; Ing. Modern; Fr. Moderne; Al. Modern) kelime anlamı itibariyle, “en son zamanla ilgili, şimdiki zaman, hemen şimdi” demektir. Istılâh anlamıyla modernlik, düşüncedeki açıklık, özgürlük, otoritelerden bağımsızlık, en son üretilmiş düşünceler ve bilgi, anlamına gelmektedir. Modernlik, sosyolojik, estetik, felsefe ve fizik, matematik vb. alanlarında farklı anlamlar kazanmıştır. Bilim ve felsefede bir metodu anlatmada kullanılır. Bu açıdan deneysel metot, modern bir metot olarak kabul edilir. Felsefede ise, kâinat meselelerini izah ederken, insanı merkeze alarak açıklama getiren bir metottur. Bu anlamda, aklın ürünü olan rasyonel bilim anlayışı ve yöntemini ifade etmede kullanılır. Bir bakıma Batı kültüründe modernlik, Tanrı ve dini dışlamak demektir. Aynı zamanda bu anlayışa, aydınlanma ve hümanizm de denilmektedir. Tabiî ki bunu, doğduğu, geliştiği, çeşitli anlamlar yüklendiği Batı kültür içinde anlamak gerekir. Bizim kültürde ise, bazen yanlış kullanıma sebep olmaktadır. Modern kelimesi Batı’ının gündemine daha çok, 18. yüz yılda gelmiştir.
[2] Bak: Adnan Aslan, Küreselleşme Girdabında Din, Zaman Gazetesi, 17.07.2002. (Electronic edition)
[3] Bak: Mehmet Altan, Ekonomik Yönüyle Küreselleşme, Zaman Gazetesi, 11.07.2002. (Electronic edition)
[4] Mustafa Acar, Ekonomik, Siyasal ve Sosyo-Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme: Tehdit mi, Fırsat mı?, Liberal Düşünce, Yıl, 7, Sayı, 25-26, Kış-Bahar, 2002. (Saraçoğlu, B, Küresel Krizler ve Türkiye İhracatının Geleceği, İGEME Dergisi, Nisan-Hziran 1999, s, 20-25’den naklen)
[5] Keohane and Nye; Friedman, Globalleşme, Çev. Ersan Öz, Web Site: www.foreigntrade.gov.tr
[6] Bak: H. Bayram KAÇMAZOĞLU, Eğitim araştırmaları Dergisi, Cumhuriyet Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, Web Site: (www.aniyayincilik.com.tr/dergi/ocak2002/ bayram_kacmazoglu.html – 11k)
 
 
[7] İrfan Erdoğan, Globalleşme/Uluslararasılaşma, “Uluslarası İletişim” kitabından. Web Site:media.ankara.edu.tr/~erdogan/globallesme.htm – 5k
[8] A. Wati longchar, Globalization and Its Challenges For Theological Education, WebSite:www.cca.org.hk; Emre Kongar, Küreselleşme ve Kültürel Farklılıklar Çerçevesinde Ulusal Kültür, 16 Mayıs 1997, Ankara, Web Site: http://www.kongar.org/makaleler/mak_ku.php
 
 
[9] Bak: KAÇMAZOĞLU, age, Web Site: (www.aniyayincilik.com.tr/dergi/ocak2002/ bayram_kacmazoglu.html – 11k)
 
[10] A. Wati longchar, Globalization And Challanges For Thelological Education, Web Site: www.daga.org/cca/resources/papers/issues/glob-wati.htm – 29k
[11] Wayne Ellwood, Küreselleşmeyi Anlama Kılavuzu, Çev. BetülDilan Genç, Metis Yayınları, İst. 2002, s, 13-23.
[12] Bakara, 2/148; Maide, 5/48.
[13] Ali İmran, 3/139.
[14] Hucurat, 49/13.
[15] Bakara, 2/25, 82.
[16] Bakara, 2/286.
[17] Asr, 103/3.
[18] Rum, 30/30.
[19] Hucurat, 49/13.
[20] Aslında Batılılar’ın İslâm’ı tahrif etmeye ve dünyanın gözünde çirkin göstermeye yönelik çalışmaları, yüz yıllardır bilinmektedir. Bunlara müslüman bilim adamları tarafından ikna edici cevaplar da verilmiştir. Fakat iftiraların, tahrif etmelerin, Müslümanları terörist, anarşist ve barbar gösterme faaliyetlerinin ardı arkası hiç kesilmemiştir.. Günümüzde elektronik medyayı da kullanarak, olanca güçleriyle insanları yanıltmaya devam etmektedirler” Bunların asıl maksatları, sadece Müslümanları kötülemek değildir. Asıl maksatları, kendi toplumlarının müslüman olmalarına engel olmaktır. Evet, temel korku bu” Ya Batı, bir gün İslâm’ı öğrenip müslüman olursa!… (Bak: Süleyman Yeşilyurt, Anadolu, Wep Site: anadolu@wakeup.org; Volume 7, No 3, Fall 1997)
[21] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İnkilâp ve Aka Kitapevleri, Tertipleyen. Ömer Rıza Doğrul, s, 418.
[22] Mümtaz Turhan, Yunus Emreden Kalan En Büyük Miras, Türk Yurdu Yunus Emre Özel Sayısı, c, 5, Sayı: 19, Ocak 1966, Tıpkı Basım, s, 22.
[23] Turhan, age, s, 22.
[24] Kardinal: Papayı seçen ve ona danışmanlık yapan başpapazlardan her biri. Bunlar Katolik mezhebinde en yüksek payeyi taşırlar. Bir anlamda bunlar, yüksek rütbeli Katolik râhibidirler.
[25] Bak: Ahmet Tolgar, Gazete Pazar, 12 Aralık 1998, (Electronic edition) http://www.milliyet.com.tr/ekler/gazete_pazar/981213/haber/hab1.html
[26] Kâfirûn, 109/6.
[27] Bakara, 2/256.
[28] Bu konuda geniş bilgi için bak: Erward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, Çev. Berna Ünler, I. Baskı, İst. 1999, s, 11-37.
[29] Mustafa Sibaî, Müsteşrikler ve Hedefleri, çev. Kemal Çobanbeyli, Sinan Yayınevi, İst, 1971, s, 9-26.
[30] Web Site: http://www.ntvmsnbc.com/news/133869.asp

Yorum Yazınız

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir